
Türk futbolunun esas problemi rekabet eksikliğidir. Bu da bir kanun ya da kararnameyle düzeltilebilecek kadar basit bir problem değildir.
Türkiye’de futbolun bir türlü istenen ve beklenen gelişmeyi gösteremiyor oluşu, gerçek anlamda bir rekabet olgusunun mevcut olmayışından kaynaklanmaktadır. Elbette teknik direktörler artık eskiden olduğu gibi “santrayı geçmeyin” diye taktik vermiyorlar (şaşırmayın, bunlar oldu), takımlarımız Avrupa’ya iş olsun diye, fazla fark yemeden bir an önce dönüp gelelim diye gitmiyorlar. Ancak futbola yapılan yatırım bu ülkede çok az alana yapıldı, sporda ise hiçbir branşa yapılmadı. Sonuç ortada…
Problem nerede o zaman? Daha evvelki yazılarımızda çeşitli vesilelerle defalarca yazdık ama düzelene kadar yazmamız gerekiyor: Türk futbolunun esas problemi rekabet eksikliğidir. Bu da bir kanun ya da kararnameyle düzeltilebilecek kadar basit bir problem değildir. Açmaya çalışalım:
Ülkede futbol taraftarı diye tanımlanabilecek insanların ezici bir çoğunluğu üç büyük kulübün taraftarıdırlar, onlar da ülkenin en büyük şehrinin üç semtinde kurulmuş kulüplerdir. Bir de zoraki dördüncü büyük Trabzonspor vardır ama o sistemin normal işleyişi dışında bir arızadır, kısmetse başka zaman hakkında iki satır kelâm ederiz.
Başka kulüplerin hiç mi taraftarı yoktur? Elbette vardır. Geçtiğimiz yüz yılın başında kurulmuş köklü kulüplerin az da olsa kemik taraftar kitleleri mevcuttur. Eskişehirspor, Bursaspor, Göztepe, Karşıyaka, Ankaragücü, Gençlerbirliği gibi kulüplerin “ikinci takım kontenjanından” değil, basbayağı başka hiçbir takım tutmayan sadık taraftarları vardır.
Geçenlerde bir Eskişehirspor taraftarının bir internet sitesinde kaleme aldığı bir yazıyı gördüm. Yazı değil feryattı. Kendi tribünlerinde vuku bulan en ufak bir olayın İstanbul medyası tarafından alabildiğine abartıldığını, kulüp olarak büyük cezalara çarptırıldıklarını, İstanbul’da çok daha ağır hadiseler gerçekleştiği halde ya görmezden gelindiğini ya da hafif cezalarla geçiştirildiğini söylüyordu. Daha pek çok şey söylüyordu ama uzatmayalım. Eskişehirspor’un Trabzonspor’un şampiyonluklarından yıllarca önce bu unvana çok yaklaştığı halde nasıl olduğunu bütün futbol kamuoyunun gördüğü şekilde engellendiğini konuyla biraz ilgili herkes biliyor.
Yazının başında “rekabet yok” dedik. Eskişehirspor’un gördüğü muamele bütün Anadolu kulüplerine reva görülüyor. “Arada bir de başka bir takım şampiyon olsun, hiç değilse renk gelir” diye bile düşünülmüyor; dirsek, tekme, tokat, itme, çekme gırla gidiyor ve şampiyonluk İstanbul’un dışına çık(arıl)mıyor. 2010’daki Bursaspor istisnası bir kazadan başka bir şey değil, ne yazık ki hatırlamak için bile biraz düşünmek icap ediyor.
Türkiye’de herkes gibi futbolu meslek edinmiş insanlar da bunları görüyor. Eğer bir yolunu bulup İstanbul’un üç kulübünden birine kapağı atarsa değme keyfine. Zaten aldığı transfer parasını akıllı kullanırsa bir ömür yetip artacaktır. Şansı yaver gider de takımda tutunursa şampiyonluk için en fazla birkaç yıl bekleyecektir, bunun için ekstra bir çaba sarf etmesine gerek yoktur. Eğer İstanbul’a gidemez de Anadolu’da kalırsa yine iyi paralar alacak, takımının ligde orta sıralarda tutunması normal bir durum olduğu için kendisini çok fazla da kasması gerekmeyecektir. Yani Türkiye’de futbol oynayan futbolcuların hiçbir halükârda kendilerini zorlamalarına gerek yoktur. Bu ahval ve şeraitte kalitenin yükselmesine de imkân ve ihtimal bulunmamaktadır.
Şimdilik su geliyor değirmen dönüyor. Değirmenin bir şey öğütüp öğütmediğine kimsenin baktığı yok. Su kesilirse ne olacağını da kimse düşünmüyor. Devletin suyu bol ve gönderiyor. Biterse ya da göndermekten vazgeçerse ne olacak?..
Devlet, altından kalkamayacağı kadar büyük sıkıntılar çıkmaması için hastalığı bir an önce rehabilite etme yoluna gitmelidir. Hasta hastalığını kabul etmeyebilir, direnebilir, tatsızlık çıkarabilir ama olsun. Bünyenin sıhhat ve selameti için başka yol yok bize göre. Ya da Mustafa Denizli’nin yıllar önce dile getirdiği “futbola yatkın bir ulus değiliz” önermesini kabul edip kendimize başka meşgaleler bulacağız.