Futbolu bizim kastettiğimiz manada hiç kimse bilmez. Bugünün doğrusu yarın tamamen yanlış hale gelir. Hâttâ maç oynanırken saha içinde alınan bir risk kazancı getirirse doğru hamle olur, kaybı getirirse de yanlış… Daha doğrusu biz öyle algılarız, yani futbolu çok iyi bilenler…
Dünya’da bir şeyi bilmeyip de bildiğini zannetmekten daha tehlikeli pek az şey vardır. Spor yazarlarının içinde de sporu (aslında futbolu) bildiğini zannedenler mutlaka mevcuttur. (Gerçek anlamda bilenler de vardır elbet, lafım onlara değil.) Fakat bana sorarsanız çoğu biliyormuş gibi yapıp, sözde bilgilerini satarak ikbal sağlama peşindedirler derim. Yoksa nasıl oluyor da aynı gazetenin aynı sayfasında iki spor yazarı aynı konuda birbirinin tam zıddı fikirler serdedebiliyor? Aynı futbolcu için biri “Mükemmel oynadı” diğeri “Sahada hiç görünmedi” diyebiliyor?
Türkiye’ye muhtelif zamanlarda dünyaca ünlü teknik direktörler gelmiş ve bazı nedenlerden ötürü başarılı olamamışlardır. Futbolu çok bilen (!) bazı spor yazarlarımız da bu insanlara çirkin sıfatlar yakıştırmış, giderlerken de arkalarından teneke çalmışlardır.
Mesela İspanyol Del Bosque. Türkiye’de Beşiktaş’ı çalıştırmış, onun döneminde takım başarılı olamayınca gitmiştir. Hâlbuki aynı isim Türkiye’ye gelmeden önce Real Madrid’e, gittikten sonra da İspanya milli takımına en başarılı dönemlerini yaşatmıştır.
Mesela Rumen Mircea Lucescu. Türkiye’de Galatasaray ve Beşiktaş’ı çalıştırmış, Del Bosque’un aksine her iki takımda da kısıtlı kadrolara rağmen çok başarılı işlere imza attığı halde resmen kovulmuştur. Amma ve lakin gittikten bugüne kadar her transfer döneminde Türkiye’deki takımların transfer gözdesi olmuş, medyaya da bol bol malzeme çıkarmıştır. Başka örnekler de var ama uzatmayalım. Bu değerli futbol adamlarına çirkin sıfatlar yakıştıran, kendilerinin futboldan anlamadığını iddia eden çok bilmişlerimiz ise hiçbir şey olmamış gibi işlerini yapmaya ve ülke standartlarına göre yüksek paralar kazanmaya devam etmişlerdir.
Spor yazarları böyledir de; sıradan futbolsever nasıldır? Pek farklı değildir. Ortalama bir insan ömrünün üçte birini dirsek çürütmekle geçirmiş, ikinci üçte birini tecrübeyle teçhiz etmiş bir mühendise, bütün ihtisası güzel binaları seyredip onların resimlerinin koleksiyonunu yapmaktan başka bir şey olmayan biri işini iyi yapmadığını söylese saçma olmaz mıydı? Ama futbolda oluyor işte. Topu görünce kabak zannetme merhalesinden bir derece yukarıda olan kahvedeki futbolsever (o da futbolu mu seviyor, kazanma ihtimali mi pek belli değildir ya, neyse) hayatı futbolun içinde geçmiş insanlara işini öğretebiliyor.
Futbol hem kimsenin her tarafını keşfetmiş olamayacağı kadar büyük bir evren, hem de hiçbir meteoroloğun doğru tahmin edemeyeceği kadar değişken bir hava gibidir. Futbolun asilzadeleri İngilizler, 1950’li yıllarda yerleşik WM düzeniyle oynarken, Macarlar farklı bir taktikle iki maçta 13 gol birden atmışlardı onlara. Demek ki İngilizler futbolu bildiklerini sanıyor ama aslında hiçbir şey bilmiyorlardı (!) Sonra Almanya 1954 finalinde Macaristan’ı (tabii ki yine farklı bir diziliş ve anlayışla) yenerek Dünya Şampiyonu oldu ve Macarlar’ın da aslında futbol cahili olduğunu bütün Dünya’ya ilan etti... Demek Almanlar futbolu daha iyi biliyorlardı. Bu böyle sürer gider, uzatmaya gerek yok.
Velhasıl-ı kelâm, futbolu bizim kastettiğimiz manada hiç kimse bilmez. Bugünün doğrusu yarın tamamen yanlış hale gelir. Hâttâ maç oynanırken saha içinde alınan bir risk kazancı getirirse doğru hamle olur, kaybı getirirse de yanlış… Daha doğrusu biz öyle algılarız, yani futbolu çok iyi bilenler…