
Aşk, özünde kişiyi harekete geçiren ve eş seçimine yönlendiren güçlü bir duygudur. Diğer yandan kalpteki pin kodunun çözülmesini sağlayarak, letaif bölgelerinin nasıl çalıştığını kişiye öğreten ve bu özelliğiyle Leylâ’dan Mevlâ’ya giden güzergahı işaret eden adeta bir levhadır.
İnsan, özellikle 15-25 yaş arasında, sahip olduğu tüm duyguları çok yoğun ve derinden yaşar. Hayat; adeta siyah ile beyazdan ibarettir ve genç bir insan için çoğu zaman gri renk yoktur.
Vücutta meydana gelen hormonal değişimlerin de etkisiyle kişi; öfke, mutluluk, heyecan, tutku, nefret, hüzün ve sevgi gibi duyguları aşırı uçlarda yaşar. Düşünce ve muhakeme zaman zaman ikinci plandadır. Ancak kişinin yetiştirilme tarzı, kendine yönelik inançları ve tutumları, öz saygısı, kurduğu sosyal ilişkiler, duygusal ya da ruhsal ihtiyaçlar ve belirlediği yaşamsal amaçlar gibi birçok faktör, olaylar karşısında sergileyeceği davranışları şekillendirir.
Gençlik döneminde en yoğun hissedilen duyguların başında sevgi gelir. Özellikle duygusal yönü ağır basan ve iç dünyası zengin insanlarda sevgiyle dolup taşma durumu daha fazladır. Birey, adeta sevgi pıtırcığıdır ve sevgisinin yöneldiği birçok farklı alan vardır. Kişi çocukları sever, çiçekleri sever, arkadaşlarını sever, yıldızlara bakıp kahve içmeyi sever, daha önce gözüne çarpmayan veya görmüş olsa bile dönüp tekrar bakmadığı küçük detayları fark eder.
Aile ve arkadaşlık ilişkilerine yönelik olarak da, her an sağanağa dönüşmeye hazır bir duygu bulutu taşır. Bir yandan ailesinden ayrı bir birey olduğunu keşfetmenin ve özgürlüğün tadını çıkarırken, diğer yandan anne babasıyla yakın diyalog kurma ihtiyacı duyar. Artık annesinin aşçı, babasının ATM konumunda kalmasını kabullenmez; can cana ve gönül gönüle bir iletişim köprüsü inşa etmek ister. Yalnız kalmayı sevdiği gibi, dostlarıyla ve arkadaşlarıyla vakit geçirmekten de hoşlanır. Nitekim en sağlam ve kalıcı dostlukların, lise yıllarında kurulduğu gerçeği tesadüf değildir.
Sevginin ve samimi duyguların; katışıksız, çıkarsız, hesapsız ve bazen de karşılıksız bir şekilde çok yoğun olarak yaşandığı ilk ve (belki de) tek dönem gençlik yıllarıdır. Sevgiyle dolup taşan ve kalbi “sevmekle” çalışan genç insanın; tüm bu değişkenler içinde karşı cinsi sevmesi ve aşık olması da yüksek bir ihtimaldir.
Aşk ve âşık olmak, gençlerin günümüzde önemli bir gündemidir ve yaşadıkları bir gerçektir. Aşk ve âşık olma gerçekliğinin kabul edilmesi, “yanlış yapmamak için nasıl davranılmalı?” konusunun tartışılması, meselenin “ya hep ya hiç” şeklindeki değerlendirilmemesi, olayın gençlerin penceresinden bakılarak görülmesi ve yok sayılmaması gerekir. Zira bu durum, duygularının yoğunluğuna kapılarak hatalı davranışlara yönelmemesi için genç insana rehberlik yapılması ve oturup konuşulması gereken bir konudur.
Aşk hiç oluşmayacakmış gibi veya oluşması günahmış/yanlışmış gibi davranmak, ancak gözlerimizi kapatmak ve hızla kan kaybettiğimiz derin bir yaramızı görmezden gelmek olur. Bu yaklaşım tarzı; aşk konusuyla ilgili gençlere ulaşma, elinden tutma, doğru yöne sevk etme ve müdahale etme şansımızı ortadan kaldırır.
Oysa âşık olma durumunun bizzatihi kendisi değil, âşık olduktan sonra sergilenen kontrolsüz davranışlar veya aşk adı altında yapılan bayağılıklar yanlıştır. Aşk, sevgi ve gönül meseleleriyle ilgili yapılan altı temel hata şunlardır:
1) Sevmenin/âşık olmanın dozunu kaçırmak,
2) “Çok yakın” olduklarını düşünerek rahat davranmak ve sevgiye haksızlık etmek,
3) Karşılıksız sevmenin yüce bir davranış olduğunu düşünmek ve hayatını heder etmek,
4) İlk görüşte mutlaka etkinlenmeyi beklemek ve bir gün mutlaka yıldırım aşkına tutulmayı umarak seneleri hunharca tüketmek,
5) “Elektrik alma” beklentisine ve yanılgısına kapılmak,
6) Evliliğin aşkı öldürdüğüne inanmak,
a) Sevmenin ölçüsünü ve dozunu kaçırmak
Çok sevmek olarak tanımlanabilecek bir duygu olan aşk; organizmada fiziksel ve biyolojik değişikliklere yol açar. Midede kelebek uçuşması, süreğen dalgınlık ya da aşırı canlılık, göz bebeklerinin parlaması ve kalpte sıkışma hissi gibi duyumlar fiziksel belirtilerdir. Bu yönüyle aşk kalpte ve vücutta ilan edilen bir “olağanüstü hâl” dir. Teyakkuz hâli ortadan kalktıktan sonra günlük yaşam normale dönecektir.
Aşka ilişkin bu şekilde bir düşünsel şemaya sahip olmak, aşkı gereğinden fazla yüceltmeyi veya yermeyi önleyerek makul bir zeminde konuşulmasını sağlayacaktır. Çünkü atalarımızın dediği gibi “aşk karın doyurmaz” ve evlilikte mutlu olmanın garantörü olamaz. Aşk, özünde kişiyi harekete geçiren ve eş seçimine yönlendiren güçlü bir duygudur. Diğer yandan kalpteki pin kodunun çözülmesini sağlayarak, letaif bölgelerinin nasıl çalıştığını kişiye öğreten ve bu özelliğiyle Leylâ’dan Mevlâ’ya giden güzergahı işaret eden adeta bir levhadır.
Bu noktada âşık olduğu için okulu, dersleri, üniversite sınavını, finalleri, arkadaşlarını, ailesini ya da bilumum önemli değerlerini ihmal ve imha eden bir gencin ilerleyen süreçte ciddi şekilde pişmanlık duyması mukadderdir. Çünkü sevgi ve aşk, kişiyi “öldüm bittim” durumuna getirmemesi ve fazla da abartılmaması gereken bir durumdur. Sonuçta hayatın çeşitli evrelerinden yalnızca bir tanesidir. Tüm hedeflerimizi ve gelecek tasarımlarımızı iptal etmeye ya da beklemeye almamıza neden olmamalıdır.
b) Sevginin sâfiyâneliğine haksızlık etmek
İki insan, birbirini ne kadar severse sevsin ve ne kadar ciddi düşünürse düşünsün, arada nikah bağı olmadığı sürece sınırsız bir şekilde görüşmesi ve yakınlaşması doğru değildir. Özellikle fiziksel yakınlık, hem “harama yaklaşma!” ihtarının aşıldığını gösterir hem de aşkı ve sevgiyi yaralar. Evlilik sonrasına yönelik heyecanı, gizemi ve özlemi öldürür.
Sözlü veya nişanlı olmak, “eğlenmek için değil evlenmek için görüştüğünü düşünerek” kendinden fetva almak çifte fiziksel yakınlık kurabilme ruhsatı vermez. Hatta sözlü ve yüzyüze görüşmek bile, makul çerçeve içinde olmadığı zaman ilişkiyi tüketir. Bu noktada vurgulamak gerekir ki, telefon ve online cihazlar yalnızca bir haberleşme aracıdır ve (çok mecbur kalmadıkça) sohbet muhabbet aygıtı değildir.
c) Elektrik almak için “çarpılmak” gerekmez
Gençler, “gördüğüm kişiye o anda tutulmalıyım, bir anda çarpılmalıyım, yüksek voltajlı elektrik almalıyım” biçiminde, evlilik öncesi görüşme süreciyle ilgili yanlış beklentilere giriyor. Bunun sonucunda da karşısına çıkan her adaydan uzak durup “bir gün taa uzaklardan kalkıp gelecek o mitolojik figürü” bekliyor ve gelmediğinde hayal kırıklığı yaşıyor.
Oysa bekârsak ve evlilik amacıyla görüştüğümüz kişi bize itici gelmiyorsa, duygusal ve fiziksel olarak ilgi alanımıza giriyorsa, evlilikten beklentileri olağanüstü değilse, hem kendimize hem de ona “sevginin ve aşkın oluşması için” fırsat verebiliriz. En başta elektrik akımına kapılmamışsak ve ona tutulmamışsak bile, en azından nötr olmamız bu konuda adım atmak için yeterli bir aşamadır. Kalpler birbirini iten bir mıknatıs gibi değilse, evlilik amacıyla tanışmış veya tanıştırılmış iki insanın görüşmesi, zamanla sevginin ortaya çıkmasına zemin hazırlayabilir. Zira başlangıçta nötr olan duygulardan, özenle beslendiğinde çok güçlü sevgilerin doğduğu ve mutlu yuvaların kurulduğu sıkça görülmektedir.
(Not: Yazının ikinci bölümü “Dünyaya, Karşılıksız veya İmkânsız Bir Aşk İçin Heder Olmaya Gelmedik” adını taşımaktadır ve Genç Dergi’nin bir sonraki sayısında yer alacaktır.)