Halil İbrahim Paça
Ahmet Toklu 1987 İstanbul doğumlu. T.C. Kültür Bakanlığı ve TURSAK Vakfı’nın ortaklaşa düzenledikleri ‘Geleceğin Sineması 6” ve ‘Geleceğin Sineması 8’ projelerinde Yüzleşme ve Eylül’ün Dönüşü isimli senaryoları ile ödül aldı. Şu an çeşitli ulusal televizyon kanallarında yayımlanan dizilerde yönetmen yardımcılığı yapan Toklu ile Türk sineması üzerine konuştuk.
izi sinemacı olmaya iten nedir? Duygu ve düşünceleri daha az sermaye ile (öykü, şiir, müzik vs.) ifade etmeye imkân sağlayan sanat dalları varken maddi olarak zorluklarla boğuştuğunuz sinema neden?
Anlatıcı olmak bana göre dünyanın en önemli şeyi. Nasıl anlattığınız da çok önemli tabii. Kimi şiirle kimi hikâye ile kimi resim kimi müzik v.b. ile yapar bunu. Ben bu alanlarda başarılı olsaydım eğer, anlatma güdümü o alanlarda bastırırdım. Yazı alanı içlerinde en kolayı gibi görülse de bana göre en zorları ve en özel olanıdır. Yazının asla hata kabul etmeyen bir yapısı vardır. Koyduğunuz bir virgül bile, bir harf bile yazının anlamını tümüyle değiştirebilir, sizi amacınızdan uzaklaştırılabilir. Kutsal metinlerin yazıyla indirilmesi de pek tabii tesadüf değildir. Bu yüzden yazın alanında bir şeyler anlatabilmek için erken olduğunu düşünüyorum. Daha çok yolum var desem yanlış söylememiş olurum. Sinema her ne kadar maddi koşullar içermesi sebebiyle anlatıcı açısından zor bir mecra olsa da öğrenilebilir bir alan. Hayal ettiğiniz bir sahneyi şartları oluşturduktan sonra aynen aktarabilir ve izleyiciye meramınızı anlatabilirsiniz. Bir ressamın, bir müzisyenin ya da bir yazarın işi, bu açıdan bakınca oldukça zordur. Ressam tek bir karede anlatmak istediği şeyi resmetmek zorundadır. Ve bunu yaparken fiziksel olarak da yetenekli olmak zorundadır. Aynı şey bir müzisyen bir yazar için de geçerli. Yani daha yoğun ve daha yetenek gerektiren alanlar. Keşke yeteneğim olsaydı kendimi o alanlarda ifade edebilseydim. Teknolojinin gelişmesi ile birlikte sinema alanında anlatıcı olmak artık çok daha kolay. Cep telefonu ile bile film çekmek mümkün. Benim dallar arasında sinemayı seçerek hikâye anlatmaya çalışmamın tek sebebi diğer dallarda yeteneksiz olmam.
Neden bir şeyler anlatmak istediğim konusuna geleyim: Ben yaşadığımız hayatın gerçeğin bir yansıması olduğunu düşünüyorum. Gerçek yaşam biz öldükten sonra başlayacak. Allah hepimize kusursuz senaryolar yazmış ve biz onun filminde kendi başrolümüzü oynuyoruz. İnsan anlatıcı olarak hikâyeler yazıp senaryolar yazarak bir bakıma kendi parçası olduğu Yaradan’ını taklit ediyor. Yalan dünyada gerçeğe yaklaşma çabası diyebiliriz. Bu yüzden anlatıcı olmak önemli bir yere sahip benim hayatımda.
Geçtiğimiz Temmuz ayında sizin hazırladığınız bir kitap çıktı Sepya Yayıncılık tarafından. Halit Refiğ’in çektiği, Genelkurmay’ın ve TRT’nin önce yaptırdığı, 12 Eylül darbesi sonrasında da yaktırdığı bir dizi-filmi konu edinen bir çalışma. Nasıl gelişti bu kitabın hazırlık süreci? Bizimle paylaşır mısınız?
Halit Refiğ ile vefatından çok kısa bir süre önce tanışma ve röportaj yapma fırsatım oldu. Söyleşimiz sırasında Refiğ ve sineması ile ilgili çok önemli konuları konuştuk. Türkiye sinemasının mihenk taşlarından biri olan Refiğ, sanatsal yaşamını, sinemasını ve çektiği sıkıntıları benimle paylaştı. Yaşamış olduğu türlü sıkıntılar içerisinde 1980 mantığı tarafından yakılan ‘Yorgun Savaşçı’ filmi benim dikkatimi çekmişti. Halit Refiğ’in vefatından sonra bu olayı daha iyi öğrenmek için araştırmalara başladım. ‘Yorgun Savaşçı’ olayı üzerinden yıllar geçmesine rağmen cevabını bekleyen sorularla doluydu. Ben de bu sorulara kendimce cevaplar aradım ve bu doğrultuda ilgili kişilerle söyleşiler gerçekleştirdim. Tabii bu sürecin ilerlemesinde ve bu çalışmalarımın kitaplaşmasında Suat Köçer’in ve Gülcan Tezcan’ın katkıları çok fazladır.
Bir sinema dilimizin olmadığını konuşuyoruz biz hâlâ. Acaba bunun sebebi geçmişte hem halk olarak hem de devlet olarak sinemaya yeteri kadar sahip çıkmayışımız olabilir mi?
Türkiye bir ulus devletidir. Cumhuriyet kurulmadan önce Osmanlı’da da durum böyleydi. Birçok kültürden, halktan, dinden, mezhepten vb. insanların, insan topluluklarının bir arada yaşadığı bir coğrafyadan, bir ülkeden bahsediyoruz. Bizim ülkemiz için tam bir harman diyebiliriz. Bugün sokağa çıktığımızda sadece insanların giyim kuşamına baksak yine de bize has bir şeyden bahsedemeyiz. Çünkü tam bir harman ve bize has bir giyim tarzı, bir üslup söz konusu değil. Sinemada kimlik dediğimiz şey ayırt edilebilirlik aslında. Bir filmi izlediğimizde bu şu ülke sinemasının örneği diyebilmek. Bunun olabilmesi için de köşeli insanlar, köşeli işler yapmak şart. Oysa biz herkesten biraz bir şeylerin olduğu bir ülkeyiz. Bizde insanların birbirine en çok sorduğu sorulardan biridir ‘Sen nerelisin?’ sorusu. Kendi içimizde bile bu köşelilik çok fazla yoktur ve kimin nereli olduğunu öğrenebilmek için bu soruyu sorarız insanlara. Oysa kimlik dediğimiz şey kişinin, özellikleri ile nereye ait olduğunu fark ettirmesidir. Ben Türkiye sinemasının bu kimliksizliğini çok kimlikliğine bağlıyorum. Bu farklılık ve harmanda insanların kafası karışıyor. Ve doğal olarak ‘Sen nerelisin?’ sorusunu soruyorlar. :)
Bize vakit ayırdığınız için teşekkür eder, başarılarınızın devamını ve hep Genç kalmanızı dileriz.
Teşekkür ederim. Yayın hayatınızda başarılar dilerim…