
[Yazarların, yazamadığı dönemleri olur ve bu dönemler bazan yıllarca sürebilir. Yıllar önce, böyle bir dönemin ardından yeniden yazmaya başlarken, yazma serüvenime dair bir hasbıhal kabilinden uzunca bir yazı kaleme almıştım. O yazıdan bazı notları paylaşıyorum.]
Yazılarımın, kitaplarımın sayısına bakanların, çok rahat ve hızlı yazan biri olduğumu düşündüklerini biliyorum. Ama yanımda, yakınımda yaşayanlar benim ne kadar zor yazdığımı çok iyi biliyorlar.
Yazmak, benim için kolay bir iş değildir. Dahası, yazmak benim için bir ‘iş’ değildir. ‘İş’ olarak yazmıyorsa şayet, kimse de kolay yazamaz kanaatimce. İş olarak yapıyorsa, kişi geliştirdiği birkaç kalıp üzerinden, içe sinmeden ve işlemeden yazıp geçebilir; ama yazmayı bir sorumluluk bilen, kolay yazamaz.
Ama benim için, yazmayı daha da zor kılan sebepler var.
Bugün düşünüp bugün yazamam meselâ. Oturup bir kerede yazamam. Hayatımda, sabah düşünüp kuşluk vakti yazdığım sadece iki yazı vardır.
Yazmak, benim için, geçelim hayaline düşeni yazmayı, düşünmenin yanında hissetmeyi de içeren bir ‘tefekkür’ün meyvesiyse değerlidir; ama bu, bir süreç ve dahası bir ‘hikâye’ gerektirir. Ne zaman dünyama geldi, hangi şartlarda bu konuyu düşündüm, bu konuyu nasıl dünyama taşıdım, bu süreçte neler hissettim ve hangi sebep beni bunu yazmazsam huzur bulamam noktasına sürükledi; dönüp yazımla başbaşa kaldığımda bu sürecin ve bu soruların cevabını verebiliyor olmam gerekir.
Bu süreç, bu zaman aralığı, çok sevdiğim ‘çay’dan aldığım bir hayat dersi itibarıyla da önemli ve değerlidir.
‘Sallama’ diye tabir edilen ‘poşet’ çayı sevmem, başka türlü çaya ulaşmam mümkün olduğu sürece de içmem; çünkü, çayın gerçekten çay olması için ‘zaman’ gerekir. Demlenmelidir çay—beklemeli, o demlenme sürecinde ilk andaki çiğ koku, kekremsi tad ve bulanık renk gitmeli, çeri çöpü de dibe çökmelidir ki, çay olarak içilebilsin. Aynı şekilde yazının da ‘demlenmesi’ gerekir; tâ ki yazar düşüncesini çiğ ve kekremsi bir tat bırakmadan, tozdan çöpten azade şekilde okuyucusuna ulaştırabilsin.
Bu süreci, yazının anlık bir hevesin, geçici bir heyecanın eseri olmaması bakımından da önemserim. Olumlu veya olumsuz, anlık duygulanımlara güvenmem zira. Anlık coşkular bizi uçlara sürükler, ama uçlarda dolaşmak bizi ‘zirve’ye ulaştırmaz. Nasıl Peygamber aleyhissalâtu vesselamın bildirdiği üzere amellerin en hayırlısı ‘az ama devamlı olanı’ ise, yazılanların en hayırlısı da—anlık heves, heyecan, coşku ve öfkeler ile değil—istikrarlı bir ruh hali ve dingin bir zihinle yazılanlarıdır. Şahsen böyle görür, böyle düşünürüm.
Hele ki öfke, en çok sakındığımdır. Kimi yazarlar öfkeden beslenir; hatta o yüzden, bir gerilim ortamı arar bazıları. Ama benim için öfke, yazmaktan geri durma sebebidir. Hayat prensibimdir; öfkeli iken konuşmaktan, yazmaktan ve karar vermekten uzak dururum. Öfkenin yönettiği hiçbir harekete güvenmediğim gibi, öfkenin yazdırdığı hiçbir yazıya da güvenmem. İçimde bir durum, bir kişi veya bir olaya dair öfke birikmişse, o hal üzerimden gidene kadar, kalemim susar bu yüzden.
Hem, kelamı ve kalemi zehir gibi kullanmaktan da Allah’a sığınırım. Söz, iyileştirdiği gibi, öldürür de. Akıl zulmü gidermek için de kullanılır, bir şiddetin aracı olarak birilerini ezmek için de. Düşüncede ve sözde, tedavi edicilik kadar kuvvetlidir öldürücü boyut. İlaç gibi olmalı iken düşünce ve söz, onları zehir gibi kullanma riski de vardır. İşte bu endişe, yazmadan önce ve yazarken beni tekrar tekrar tekrar muhasebeye iter. Ve emin değilsem kendimden, tortular hissediyorsam duygularımda, bazı yazılar hiç yazılmadan, bazıları da yarıda kalır.
Ve yazmanın en kolay yolu güncelin peşinden gitmek iken, yarın veya ertesi yıl eskiyecek bir yazıdan Allah’a sığınırım. Yaşanan her olay, kalıcı bir değer ve ders bırakmak için yaşatılır aslında bize; böyle bakarım hadiselere. O dersi değil de olayın kendisini konuşmak, bana boşa konuşmak, boşluğa konuşmak, su üstüne yazı yazmak gibi gelir. Güncel olan, kalıcı olana bir basamak olabiliyorsa anlamlıdır. O yüzden de, güncelden kalıcı olana bir bağ kuramamışsam, orada susar benim kalemim.
Bir de, üstadımdan aldığım bir ders vardır: Yazdıklarımız ile kazanılan helalimizdir, ama telifi düşünerek yazılmamalıdır. Bu sebepten, yazarlığı hep bir meslek değil, bir görev bilmişimdir. Bu ise, maişet için, yazı dışında bir meşguliyet ve o iş için de bir mesai gerektirir. Dolayısıyla, vaktin önemli bir kısmı maişet gibi bir meşguliyete ayrıldığı için de yazıya ayrılacak zamanda bir daralma yaşarım. Olsun; gelirini düşünerek ‘yazmak’la geçireceğim bir mesaiye göre, bu yine de vazgeçilmez tercihimdir.