Yolu kaybetmemiz yetmiyormuş gibi birden uzaktan gelen kurtların ulumalarını duymaya başladık. Hepimiz aç kurtlar için kaçırılmaz bir ziyafettik. Her zaman böyle olur, aksilikler bir kez geldi mi üst üste gelmeye başlar.
Artık bomba ve çatışma sesleri iyice uzaklardan gelmeye başlamıştı. Ben ise hâlâ bu denli yoğun bir bombardımandan nasıl kurtulduğumuzu düşünüyordum. Üzerimize resmen bomba ve kurşun yağmıştı. Ölüm meleği ne kadar etrafınızda dolanırsa dolansın Allah dilemedikten sonra başınıza bir şey gelmiyordu. İbni Arabi Hz.’nin dediği gibi insanı ölümden eceli koruyordu. Biz kurtulmasına kurtulmuştuk ama geride kalanlar ne olacaktı? Her biri mazlum Afgan halkı için buralara kadar gelmiş Türk mücahidlerin başına bir şey gelmemesi için artık dua etmekten başka da elimizden bir şey gelmeyecekti. Bizi bekleyen mücahidlerle buluşur buluşmaz onlara Numan’ın durumunu sormuştum. İçlerinden Azeri Türkçesi konuşan ve yarası oldukça ağır gözüken mücahid “Numan muhtemelen şehit oldu. Karnından çok ağır bir yara almıştı” dedi.
Afgan dağlarında dört yoldaş
İranlı bir Azeri olan Halid’in Numan’la ilgili söyledikleri iyice canımı sıkmıştı. Birkaç saat önce birlikte olduğumuz, birlikte yürüdüğümüz, birlikte güldüğümüz, birlikte namaz kıldığımız birinin ölümünü kabullenmek benim için hiç de kolay olmuyordu. Fakat içimde yine de bir umut vardı. Çünkü Halid, Numan’ın şehit olduğunu düşünse de kesin bir şey söyleyemiyordu. Çünkü onu en son gördüğünde ağır yaralı olsa da hâlâ yaşıyordu. Umudumu kaybetmek istemiyor, küçük de olsa ümit verici ihtimallere sarılmak istiyordum.
Biz de artık 4 kişiydik. Birimiz Türk, birimiz İranlı diğer iki kişi de Afgan’dı. Gruptan üç kişi yaralıydı. İçimizde en ağır yaralar kolundan ve ayağından yaralanan İranlı Halid’e aitti. Sürekli kan kaybediyordu. Yırtık bir gömlek parçasını kullanıp kanını durdurmaya çalıştık. Akan kan bir nebze olsa da durmuştu. Fakat Halid için tehlike tam olarak geçmemişti. Ayrıca bizim de bir an önce bir doktora görünmemiz gerekiyordu. Çünkü üçümüzün vücudunda da hala bomba parçaları vardı. Ayrıca daha aşılacak dağlar bizi bekliyordu. Uçsuz bucaksız, karlarla dolu Afgan dağları…
İranlı Halid’in hikâyesi
Gece artık iyice çökmüştü. Karanlıkta yarım metreyi bulan karların üzerinde yol alacaktık. Halid’e baktım. Yüzünden bir hayli acı çektiği belli oluyordu. Koluna girdim ve yanımızdaki diğer iki Afgan’a “haydi bir an önce yola düşelim” dememle birlikte herkes oturduğu yerden ayağa kalktı. Hep birlikte karları yara yara yürümeye başladık. Bu arada kar yağışı da devam ediyordu. Sürekli olarak tırmandığımız için karda yürümek hiç de kolay olmuyordu. Dermanımız kesildiğinde kendimizi karların üzerine atıp biraz dinleniyorduk. Ben her dinlenmek için karların üzerine oturuşumda Halid’in yaralarını kontrol ediyordum. İçimde tam olarak akan kanını durduramadığımız için hafif bir tedirginlik de vardı.
Halid 22-23 yaşlarında, hali hemen samimiyetini ele veren bir gençti. Afganistan’a cihada gelmeden önce İran’ın Zahedan şehrindeki medreselerden birinde okuyormuş. NATO güçlerinin Afgan Müslümanları nasıl katlettiğine dair görüntüleri seyrettikten sonra dayanamamış ve medresedeki eğitimini yarıda bırakıp Afganistan’daki cihada katılmış. Halid ayrıca dağları aşmaya çalışırken uzun uzun bana İran yönetiminin Sünni Müslümanlara nasıl zulmettiğini, bizzat eğitim aldığı medresedeki hocalarının İranlı polisler tarafından nasıl gözaltına alınıp işkence gördüklerini anlattı. Ne yazık ki mezhep fanatizmi dün olduğu gibi bugün de İslam dünyasının başına bela olmaya devam ediyordu.
Bir ekmek parçası için neler vermezdim ki…
Yürümeye devam ettikçe Halid iyice halsizleşti. Sık sık ben artık yürüyemiyorum dinlenelim diyordu. Aslında kan kaybetmesini tamamen durdurabilsek bu kadar halsizleşmezdi. Fakat tüm çabalarımıza rağmen kanı durmuyordu. Yarası da bir hayli derindi. Ben de sık sık Afgan arkadaşlarımıza ne zaman en yakın köye ulaşacağımızı soruyordum. Onlar daha çok yolumuz var dedikçe Halid adına duyduğum kaygı daha da artıyordu. Bir kolunda ben olmama rağmen Halid sık sık düşüyor, sendeleyerek yürüyordu. Saatlerdir bir şey yememiş, hepimiz iyice acıkmıştık. Açlığın ne olduğunu, insanların aç olduklarında ne denli şiddetli bir duyguyla ekmek parçası hayalini kurduklarını Afgan dağlarında öğreniyordum. Biz bir şekilde açlığa dayanabilirdik; ama Halid bir şeyler yiyebilseydi kendine gelebilir, yürüdükçe kaybettiği dermanını tekrar toparlayabilirdi. Halid sık sık “Adem ağabey bir ekmek parçası olsa ne yahşi olur” dedikçe içim gidiyordu. O an Halid’e bir ekmek parçası bulabilmek için nelerimi vermezdim ki…
Yolu kaybedişimiz ve kurtlar
6-7 saattir yürümeye devam ediyorduk. Bize rehberlik eden Afgan mücahidlerden birinin yüzündeki ifade hiç hoşuma gitmemişti. Bir şeylerin yolunda gitmediğini hissettim. Yanına gidip “Neler oluyor?” diye sorunca bana “Galiba yolu kaybettik” dedi. Şaşırdım ve ilk tepkim “Ne! Yolu mu kaybettik” demek oldu. Moralim iyice bozulmuştu. Bu uçsuz bucaksız dağların başında ne yapacak, yolumuzu nasıl bulacaktık? Afgan mücahid “bundan sonrası Allah’a kaldı, dua etmekten başka çaremiz yok” dedi. Çatışma bölgesinden sağ olarak çıkmayı başardığımız için artık hayatta kalacağımızı düşünürken tekrar tehlikenin kıyısında dolaşmaya başlamıştık. Yolu kaybetmemiz yetmiyormuş gibi birden uzaktan gelen kurtların ulumalarını duymaya başladık. Hepimiz aç kurtlar için kaçırılmaz bir ziyafettik. Her zaman böyle olur, aksilikler bir kez geldi mi üst üste gelmeye başlardı. Halid’in yanına dönüp tekrar koluna girerken Halid’e gülümsedim. Yolumuzu kaybettiğimizi ondan saklamaya çalışırken Halid tekrar bana “Bu yolculuk ne vakit bitecek?” diye sordu. Ben de “İnşallah yakında Halid” diye cevap verdim ve karlar arasında tekrar yürümeye başladık.
Bizi dirilten Afgan marşı
Tahminime göre artık 8-9 saattir dağlarda yürüyorduk. Nereye gittiğimizi bilmeden, artık sık sık duymaya başladığımız kurt ulumalarının eşliğinde yol almaya çalışıyorduk. El ve ayak parmaklarım da iyice donmaya başlamıştı. Parmaklarımdan vücuduma sürekli bir sızı yayılıyordu. Halid ise karlar üzerinde 5-6 dakika yürüdükten sonra “ben artık dayanamıyorum” diyerek kendini yere atıyordu. Ben de Halid’i ısıtmak için parmaklarını ovuşturuyordum. Artık birkaç dakikada bir bana “bu yolculuk ne vakit bitecek?” diye soruyordu. Ben de hep aynı cevabı veriyor ve “çok az kaldı Halid, az daha sabret” diyordum. Halid’e dağları aştıktan sonra yiyeceğimiz yemekleri bile anlatmaya başlamıştım. Moralini, direncini sürekli diri tutmaya çalışıyordum. Fakat bir süre sonra Halid pes etti ve kendini tekrar yere atarak “Adem ağabey siz yola devam edin, ben artık yürüyemeyeceğim. Benim uyumam lazım. En azından siz canınızı kurtarın ” dedi. Diğer taraftan da gözleri yavaş yavaş kapanmaya başlamıştı. Ben de telaşla yere çöktüm ve Halid’in başını kucağıma aldım. Bir taraftan akan gözyaşlarımı saklamaya çalışırken diğer taraftan da Halid’e “Bak arslanım, seni burada bırakıp hiçbir yere gitmem. Eğer öleceksek beraber öleceğiz. Eğer seni burada, arkamda bırakırsam yaşadığım sürece her gün ölürüm” dedim. Ben bunları söylerken Halid’in gözlerinden de yaşlar gelmeye başlamıştı. Bu arada birden Afgan mücahidlerden biri yüksek sesle marş okumaya başladı. Sözlerini tam olarak anlayamıyordum. Fakat mücadeleye, kararlılığa, zafere dair bir marş okuyordu. Öyle içten, öyle güzel okudu ki içimden karşımızda bir düşman gibi duran tüm dağlara meydan okumak geçti. Afgan mücahidin okuduğu marş Halid’in de moralini düzeltmişti. İkimiz birbirimize kolay kolay teslim olmayacağımıza, sonuna kadar direneceğimize dair söz verdik. Kolundan tuttum ve tekrar yola koyulmak için Halid’i ayağa kaldırdım.
Halid’in bana vasiyeti
Halid’in hâlâ kaybolduğumuzdan haberi yoktu; fakat o da bir şeylerin yolunda gitmediğini fark etmişti. Sürekli Halid’e bir şeyler anlatıyor, onu diri tutmaya çalışıyordum. Bir ara bana “Adem ağabey sana bir vasiyette bulunacağım” dedi. Ben biraz şaşırmıştım. Fakat vasiyetini de merak etmiyor değildim. Acaba ne diyecek, benden ne isteyecekti? “İnşallah ölmeyeceksin; ama buyur Halid” dedim. O da bunun üzerine “Eğer bana bir şey olursa mavzerimi ve mermilerimi mutlaka Ebu Ömer’e ulaştır. Bunlar ümmetin parasıyla alındı, ümmetin emanetidir, beytül maldır. Tamam mı ağabey” dedi. Ben de gülerek “Halid inşallah senin mavzerini mermilerinle birlikte Ebu Ömer’e teslim edeceğiz. Sonra da bir güzel yemek yiyeceğiz. Ben muhtemelen bir oturuşta bu sefer en az 4-5 ekmek yerim” dedim. Halid gülmeye başladı ve “sen yine de benim vasiyetimi unutma” diye devam etti. Bu arada bize rehberlik yapan Afgan mücahid birden “ilerde galiba bir köy var” diye bağırdı ve sevinçten havaya silah sıkmaya başladı. Biz de sevinçten Halid’le birbirimize sarıldık. Artık umutlarımızın yavaş yavaş azalmaya başladığı, kurt ulumalarının iyice etrafımızı kuşatmaya başladığı bir anda Allah bize bir kurtuluş kapısı açmıştı. Fakat içimizde az da olsa bir şüphe vardı. Acaba bu köyde yaşayanlar mücahidlere karşı savaşan Amerikan ve İngiliz askerlere destek veren Afgan köylülerden olabilirler miydi? Eğer öyleyse bizi kesin öldürürlerdi. Fakat yapacak bir şeyimiz de yoktu. Çünkü bu köye girmezsek zaten Afgan dağlarında açlıktan ölecektik. Kendi aramızda küçük bir istişare yaptıktan sonra köye doğru yürümeye başladık.