İsviçre’nin Basel şehrinde doğdu. 12 yaşında bale eğitimine başladı. Londra’da bale ve modern dans eğitimi gördü. Tek başına gerçekleştirdiği performanslarla dünyaca ünlü bir modern dansçı hâline geldi, ödüllere layık görüldü. 1986’da New York’ta İslâm ve tasavvufla tanıştı. 1987’de Müslüman oldu. 1992’den itibaren İstanbul’da yaşamaya başladı. Brodbeck, birçok televizyon kanalında farklı programlara ve konferanslara davet edildi. Keşkül, Altınoluk gibi çeşitli dergilerde ve birçok gazetede makale ve röportajları yayımlandı. Ayrıca yazarın hayatı; “Avrupa’da İslâm” projesi dâhilinde, TRT’nin Avrupa Birliği için hazırladığı belgesel programına konu oldu. Türkiye’de “Fakra Övgü” ve “Hazreti İnsan” adlarıyla yayımlanan iki kitabın birleştirilmiş versiyonu (From the Stage to the Prayer Mat, Tughra Books) 2009’da New York Kitap Festivali’nde Maneviyat (Spirituality) ödülüne layık görüldü. Kendisiyle yeni kitabı “Ağla” üzerine konuştuk...
Beşinci kitabınız “Ağla” çıktı. Bunun haricinde çeşitli programlarda sürekli olarak bir hareketin içindesiniz. Sormadan edemedik; bu aşkınızı, şevkinizi, bereketli işlerinizi neye borçlusunuz acaba?
Ben bir borç ödemek için ya da başka bir sebepten dolayı hareket etmiyorum. En beğenmediğim şey; menfaat peşinde koşan müminler. Konuşma yapmak, kitap ve makale yazmak, yardım etmek, öğretmenlik yapmak benim için Allah’ın lütfudur. O etkinlikler benim hayatımın bir parçası oldu. Allah’ın aşkına mazhar olabilmenin ilâhî şartı başkalarına hizmetler etmek, yapılan işlerden sevaplar devşirme derdinde olmak ve rızây-ı Bârî’den gayrı maksatlar gütmekten kaçınmaktır.
“Bu kitap ben’im” diyorsunuz, kendinizi anlattığınız kitabınızın adı “Ağla”. Özel bir sebebi var mı?
Bir sene evvel çok sevdiğim arkadaşımdan şu Türkçe cümle için yardım istedim; “Ben varlık çölünden sabahlara kadar ağlayan ve yatağı bile gözyaşı seline dönen Peygamber Efendimizin (s.a.v.) dinine geldim.” Nihayet beraber bulabildik ve aynı zamanda bana yeni kitabın ismi için bir ilham geldi; “Ağla!” O anı hiç unutmayacağım! Neden? Çünkü ilham doğrudan Yüce Allah’tan geldi. “Ağla” kitabımda bir din hocası olmak yerine bir ayna olup manevi yolculuğumdaki gündelik tecrübelerimi okuyucular ile paylaşmak istiyordum. Kendime bir ayna tuttum, kendimle yüzleştim. Kitabım iç dünyamda olup bitenleri anlatıyor. Bu kitap “ben”im. Ben kendi hikâyemim, benim hikâyemi anlatıyor yazdıklarım. İnsanlar benim varlığımın aynasına bakıp da kendilerini görebilsinler diye onlar için açık bir kitap oluyorum.
Peki, az mı ağlıyoruz dersiniz? Daha mı fazla ağlamalıyız? Ağladıklarımızın kalitesini bir daha mı sorgulamalıyız?
İlk önce ağladıklarımızın kalitesini sorgulamalıyız. Ne için ağlıyoruz? Kendimiz için mi Allah için mi ağlıyoruz. İnsan kendi hayatında ne kadar dünyaya değer veriyor, ne kadar Yüce Allah’a değer veriyor, ne kadar dünya telaşında boğuluyorsak ya da ilahi endişe duyuyorsak, o derece gözyaşlarımızın değeri artıyor ya da azalıyor. Ahirete sırt çevirip bu dünyaya dönmek kalbi kitler, o mübarek lütfun ve ilhamın akışını keser. Modern hayat cazibesini, bereketini, hareketini kaybetmiş. Bir insanın kalbinde öfke, nefret, saldırganlık hüküm sürüyorsa, akan gözyaşı nehirleri kurur. Bu güneş ışığının gidip geriye karanlığın kalması gibidir. Bu yüzden, öfke yangını sadece mânevi bir “itfaiye” ile söndürülebilir. Gözyaşları pişmanlık, şefkat ve merhametle harekete geçtiklerinde, kişinin kalbine sükûnet, berraklık ve ahenk getirebilirler. İlahi güzellikler karşısında ve insanoğlunun acıları, ıstırapları karşısında ağlamıyorsak bu ölü bir kalbimiz olduğuna işaret eder. Şöyle bir gerçek var; ağlamadan dine giriş yoktur. Ağlamamak Hak’tan uzak oluşun bir alametidir ve kalp katılığının bir nişanıdır. Gözyaşları çaresizliğin, ihtiyacın, fakrın ve tevazunun kapılarını açar. Gözyaşları bir kişinin Rabbine olan mutlak ihtiyaç ve bağımlılığına dair idrak ufuklarını açabilir. Gözyaşları, dünyanın içsel şahitliğinin tezahürüdür. Gözyaşları insanoğlunun manevi bir tabiatı olduğunu gösterirler. Bizi insan yapan gözyaşlarımızdır. İnsanlar duygularını gözyaşları yoluyla ifade ederler. Gözyaşı akmayan duygusuz, merhametsiz yaşar. Gözyaşı akmayan manasız, hedefsiz yaşar.
Müslümanların sürekli olarak dini etkinlikler içinde olmasına rağmen kendisi gibi olmayanlar üzerinde bir imreniş uyandırmadıklarını görüyoruz. İyinin, güzelin cazibesini nasıl artırmalıyız?
Müslümanlar kendi dinlerini doğru anlamıyorlar. İslam dinini basitleştirmişler ve böylece İslam’ın şekilleştirilmiş vaziyetini görmüş oluyoruz. Dolayısıyla, ne kadar dini için çalışıyorlarsa, ne kadar ibadet ediyorlarsa yine de Müslümanlar dininin mânâ ve özünden mahrum kalıyor. Bunu kaldırmak için ilk önce Müslümanların gaflet uykusundan sıratı müstakimin o yüce farkındalığına uyanması gerekmektedir. Çünkü bu farkındalık ahlak-ı Muhammediyye’nin idrakidir. Kendimize sormalıyız; dini İslam nasıl bir din? İslam dini kişiyi aşkın kemâline götürecek potansiyeli bünyesinde taşımaktadır. Bu potansiyel tevhid ilmi olan tasavvuftur, yani bütünüyle hayât-ı mânevidir. Allah’ı dünyada temsil etme meselesinin ve O’nun muradının bir vasıtası olabilmenin derdinde olmalıyız. Kısacası; Allah için yaşamalıyız, Allah için sevmeliyiz, Allah için hizmet etmeliyiz. Ve O’nun için şartsız sevgi göstermeyi öğrenmeliyiz. Dini sadece cenneti istemek ve cehennemden kaçmak olarak algılamaktan vazgeçmeliyiz.
Omuz omuza vermekten kıyafetleri aşınan ashab profilinden göz göze gelmeye dahi kaçınan ümmet profiline dönüştüğümüz zamanlardayız. Eksik olan nedir sizce?
Muhabbetimiz eksik! Sevgi yokluğu ilahi duyarsızlığımızı arttırıyor ve duyarsızlığımız ilahi şuursuzluğumuzu arttırıyor. Ve sonuç yine sevgi yokluğumuz olacaktır. Bu çember sonsuz devam ediyor. Bu çemberi nasıl kırabiliriz? Çok ciddi bir şekilde Rasulullah’ın, Ehl-i Beyt’in ve sahabelerin hayatını araştırarak. Ve sonra her şey değişecektir. Fevkalade önemli bir gerçek var; İslam dini için canlarını feda etmiş Ehl-i Beyti Mustafa muhteşem nurani misalleriyle zihinlerimizin karanlığını aydınlatırlar. İslam nuru Ehl-i Beyt kanalıyla yeryüzüne bir dirilik getirmiştir. Bizim görmemiz, uyanmamız, anlamamız ve Kur’an-ı Hâkim’in hikmetinden hidayet nuru almamız için hayatlarını verdiler. Bizim için kanlarını dökerek şehit oldular. Onlar bu yola kurban olmasalardı İslam yeryüzünde var olmazdı.
Bâb-ı Şefkat’te yıllardır münferit bir gönüllü olarak hizmetlerde bulunuyorsunuz. Günümüzde ise darulaceze; bir sosyal sorumluluk projesi kapsamında, belirli periyotlarla ziyaretlerde bulunulan (hizmet değil!) mecralar olarak karşımızda duruyor. Neler söylemek istersiniz bu konuda?
Muhtaçlarla, zayıflarla, yetimlerle beraber olmak benim için bir mecburiyettir, bir özlemdir elimde değil. Ben her zaman Bâb-ı Şefkat’e karşı bir ilahi cezbe hissettim çünkü Allah beni sevgi dinine davet etti. Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) sevmek ve takip etmek, aşk dinine katılmak demektir. Bu yolda fark ettim ki Efendimiz’e (s.a.v.) olan sevginin aileye, arkadaşlara hatta kendi nefsine olan sevgiden daha üstün olması gerekir. Ne zaman ilahi sevgiyi kan bağlarından önde tutarsak hakiki imana ve aşka ulaşmış oluruz. Kendimizi Resulullah’a feda etmeden İslam dininin ruhunu yaşayamayız. Bu anlamda; Türk insanının aile ve arkadaşlarıyla çok kuvvetli bir bağının olduğunu gözlemledim. Bunun için bu bağlardan kopup insanlara evrensel bir sevgi hissedilmesi zorlaşıyor. Bu evrenselliği yakalamak ise Hz. Nesibe’nin, Hz. Hatice’nin, Hz. Ebubekir’in, Hz. Ömer’in İslam’a olan sevgisiyle hemhâl olmaktan geçer. Göz kırpmadan kendi hayatlarını İslam için feda ettiler. Dolaysıyla, çoğu Türkler sırf kendi için yaşıyor diyebiliriz. Hâlbuki Peygamber Efendimiz bize bu dünyada başkaları için nasıl yaşanabileceğini öğretmiştir. Hz. Aişe annemiz; “Herhangi bir güzelliği Efendimiz (s.a.v.) kendisinde değil, diğer müminlerde görmek isterdi, bu özelliği Ehl-i Beyt de taşırdı.” Diye açıklıyordu. Böylece, bayramlarda darulacezeye gitmek Türkler için bir rutin haline geldi çünkü onlar diğer zamanlarda çoğunlukla bu ziyarete gerçekten ihtiyaç duymuyorlar.
“Tasavvuf yazarının söyleyeceği yeni bir şey yoktur fakat ebedi gerçekliği anlatmak için yeni bir dil bulması şarttır.” diyorsunuz. Bu bağlamda; modern dimağların anlayacağı dili yakalamak adına siz neler yapıyorsunuz?
Yeni dil bulmak için kendi iç dünyamızda yeni duyguları yaşamalıyız. Yüreğimizde var olan Allah sevgisini yeniden canlandırmalıyız. Hakiki miracı yaşamaya gayret etmeliyiz. İlim öğrenmek, araştırmak, idrak ufukları açmak için şevk ve aşk duymalıyız. Bahauddin Veled, Hz. Mevlana’nın oğlu demiş ki; “Arayış lezzeti olmasaydı ben ölürdüm!” Allah, bize ebedî güzelliğini müşahede etmeye çağırır. Bizi hayranlığa, aşka, ilahî ilhama çağırır. Onun çağrısını duyduğumuz zaman; O, lütuflarını, ihsanlarını, ilhamlarını, bereketini bizim üzerimize yağdıracaktır. Çünkü biz ebedi cereyana katılmaktayız. Veliler her zaman yeni bir dil ile konuşur. Veliler, Nûr-ı Muhammedî’ye gark olmuşlardır. Onlar Allah’ın konuştuğu dil, gördüğü göz olmuşlardır. Bir velinin sözleri onun boğazından değil, Allah’tan gelir. Veliler nûr ile irşad eder, kelimelerle değil.
Kur’an-ı Kerim’in uygulama/amel etme maksatlı okunuşuna kıyasla entelektüel bir haz alma maksatlı okunuşu daha mı revaçta, ne dersiniz?
Mühim nokta şudur ki: Kur’ân’ın hakikatine yaklaşabilmek ve onu idrak edebilmek için onun hakikatini yaşamaya mecburuz. Dolayısıyla, vahy-i ilâhîden tahsil ettiğimiz ilmi 24 saatlik hayat döngümüzde nasıl rutine dâhil edebileceğimizi öğrenmeliyiz. Evvela, vahy-i ilâhîye açık bir gönül sahibi olmak şartını yerine getirmeliyiz. Bu da gözlerimizi dünyaya kapatmak ve ahirete açmak anlamına geliyor. İlâhî hakikat pencereleri, ilâhî rahmet sarayının kapısı ancak dünya kanallarımızı kapattığımızda bizlere açılacaktır. Hikmet şu gerçekte yatıyor ki, hakikati anlayabilmek için kalp gözlerimizi açmalıyız. Sadece kalp gözü okuyabilir. Ancak saflaşmış bir ahlak, nurlanmış bir göz ve temiz bir kalp hakikati idrak edebilir.