SETA Genel Koordinatörü Dr. İbrahim Kalın ile...
SETA, açılımı Siyaset, Ekonomi ve Tarih Araştırmaları Vakfı olan bir araştırma merkezi. Son dönemde dış politika ve Türkiye üzerine aklı başında, ciddi ve derinlikli araştırmalara imza atıyor. Genç, yetenekli, tabiri caizse hepsi cidden okumuş araştırmacıları olan SETA’nın başında İbrahim Kalın var. Kalın İstanbul Üniversitesi Tarih Bölümü`nden mezun. Yüksek lisansını Malezya’da, doktorasını ABD’de, George Washington Üniversitesi`nde beşeri bilimler ve mukayeseli felsefe alanında yapan Kalın bir dönem College of the Holy Cross`ta dersler verdi. İbrahim Kalın, akademik yayınlarının ve yorum yazılarının yanı sıra MacMillan Encyclopedia of Philosophy , Encyclopedia of Religion ve Oxford Dictionary of Islam gibi ansiklopedik eserlere katkılarda bulundu. Halen bir çok gazetede yorumları çıkan Kalın`la doğu, batı, küreselleşme, Türkiye ve gençlik üzerine konuştuk.
Yaşa bağlı gençliğin ötesinde bir de manevi gençlik diyebileceğimiz bir makam vardır. Eskiler buna “fütüvvet” demişler. Yani feta hali; genç olmak ve genç kalmak. Manevi haz, enerji ve hal anlamında hiç yaşlanmamak, bezmemek, solmamak. Osmanlılar bir ideal, bir kavram olan fütüvveti, bir kuruma dönüştürmüşler. Osmanlı`nın o büyük genişleme dönemini fütüvvet ruhuyla gerçeklestirmişler. Bugün Türkiye’nin, İslam dünyasının ve dünyanın yeni bir fütüvvet hareketine ihtiyacı var.
Akademisyen, muharrir, müzisyen, idareci olarak bir çok şapkaya sahipsiniz. Hangisini, ne sıklıkla giyiyorsunuz bu şapkaların? İbrahim Kalın`ın en çok sevdiği ve ileride kendisi ile anılmak istediği şapkası hangisi?
Çok yönlü olmakla maymun iştahlı olmak arasında ince bir çizgi var! İnşallah benimki birincisidir. Ben insanların potansiyellerinin hep zannettiklerinden daha fazla olduguna inanmışımdır. Farklı alanlara, konulara ilgi duymak, bazen içinde bulunduğunuz ortamın, şartların sunduğu bir imkandır. Bazen de insanın kendi arayışıyla, sorgulamasıyla, içinden gelen bir güdüyle bir yerlere yönelmesidir.
Modern eğitim sistemi çok yönlü insan yetiştirmeye elverişli değil. Kitlesel eğitim zaten tanımı gereği bir takım soyutlamalara, genellemelere dayanıyor. Bireysel yetenekler, ilgiler, üsluplar, tarzlar bu yığın psikolojisi içinde ne anlamlı bir yere sahip olabiliyor, ne de ortaya çıkıp gelişebiliyor. Eğitimin amacı enformasyon aktarmak değil, bilgi sahibi, kişilik ve kimlik sahibi insanlar yetiştirmek olmalı. Biz çoğu zaman enformasyon yani malumat ile bilgiyi birbirine karıştırıyoruz. İlk, orta ve üniversite öğretiminde enformasyon paketlerini gençlere aktardığımız zaman eğitim misyonumuzun tamamlandığını zannediyoruz.
Oysa büyük bilge Yunus Emre’nin dedigi gibi “İlim ilim bilmektir/İlim kendin bilmektir/Sen kendini bilmezsen/Ya nice okumaktır”. Bütün ilim, fikir, eğitim, kültür faaliyetlerinin amacı, “ben” bilgisidir. İnsanın “Ben kimim” sorusuna cevap vermesine katkıda bulunmayan hiç bir bilgi, o kişi için gerçek bilgi değildir. “Ben” bilgisi arayışı ise aynı anda hem varlık alemine, hem de metafizik aleme yönelmek demektir. Çünkü insan yeryüzünde yalnız değil. Modern bireycilik ne kadar tersini iddia ederse etsin, insanın benlik arayışı sonunda onu “ben” dışındaki varlıklar alemine götürür. Bu yüzden bir hadiste “kendini bilen, Rabbini bilir” denmiştir.
Fakat insanın kendini arayışı sadece kitap okumak, okula gitmek, üniversite bitirmek, yazı yazmakla olmuyor. İnsana akıl yanında verilmiş başka hasletler, başka güzellikler de var.
İnsana bir ses verilmiş. Onu eğitip terbiye ettiğinde, ortaya seslerin en güzeli çıkıyor. Bu sesi duyacak bir kulak verilmiş. İnsan sesinden bir müzik aletinin sesine, şırıl şırıl su sesinden bir kanaryanın şakımasına kadar her tür sesteki güzelliği yakalamak için de insanın kulağını eğitmesi gerekir. Bunu yaptığında iyi bir dinleyici olur (ki iyi bir dinleyici olmak, en az iyi bir ses yahut saz sanatçısı olmak kadar önemlidir). İnsana bir göz verilmiş. Binbir rengi aynı anda tarayan, oradaki ahengi gören; hatta rengin de ötesine gidip kendi ruh ve hayal dünyasındaki zenginliği eşyaya, maddeye yansıtan bir göz. İnsana bir koku duygusu verilmiş. “Mis gibi kokuyor” dedirten bir güzellik melekesi. Temiz olmayı, düzenli olmayı, güzel kokmayı ve koklamayı bize öğreten bir meleke. Bir de insana dokunma duyusu ve iki el verilmiş ki bütün sanatların temelinde bu iki eli doğru kullanmak yatar. Çamura, ağaca, taşa, kağıda, demire, iki eliyle şekil veren insan, aslında diğer bütün melekelerini de bu sanat ameliyesinin içine katar. Tıpkı Cenab-ı Hakk’ın insana ruhundan üflemesi gibi, insan da o esere ruhundan bir parça üfler. Sanatkar bir tarafta kendi zihin, ruh ve hayal dünyasında (yani batınında) olan şeyi dış dünyaya, maddeye (yani zahir alemine) aktarırken, aynı zamanda varlıkta gizlenmiş olan ahengi, güzelliği de ortaya çıkarır. Hz. Mevlana’nın Mesnevi’deki bir hikayesinde anlattığı Çinli ressamlar gibi önündeki aynayı sürekli parlatarak varlıktaki güzelliği yansıtmaya çalışır.
Bütün bunlar insanın ben arayışının bir parçasıdır. Yani ilimden sanata, müzikten yazarlığa, idarecilikten hocalığa kadar insanın yaptığı her iş, kendi benini keşfetme yolculuğundaki küçük serüvenlerdir. Bu yolculuk hep devam ettiği ve dinamik bir süreç olduğu için insanın kendini hep farklı yönleriyle sınaması, kendi kendine meydan okuması, kendisiyle yarışması gerekir diye düşünüyorum. İnsan kendini bazen bir klasik felsefe metninde, bir matematik formülünde, bir mimari eserde, bir hat yahut ebruda, bazen de bir notanın hiç bitmeyecekmiş gibi gelen tınısında bulabilir. Arayış devam ettiği müddetçe bu seyir de devam eder.
Hayatınızda hem Doğu hem de Batı tecrübesi oldu. Genellemeler çok hoş değil ama Doğu ne, Batı ne sizce?
Evet genelleme yapmak doğru değil ama aynı zamanda kaçınılmaz bir şey. İnsan zihni yapısı gereği soyut genellemeler üzerinden düşünür. Kategorize eder. Sınıflara böler. Zira varlıkları ve olayları böyle kategoriler sayesinde daha iyi anlar. Fakat gerçekliğin kendisi hiç bir kavrama, kategoriye, sınıfa sığmayacak kadar dinamik ve farklıdır. Oysa zihnimizdeki kavramlar, bu gerçeklikten çekilmiş fotoğraflardır. Her fotoğraf gibi onlar da bir gerçekliğe tekabül eder. Ama fotoğraftaki şey, oldugu gibi durmaz. Başkalaşır. Yoluna devam eder. Büyür, gelişir, bozulur, olur.
Doğu ve Batı kavramlarına da böyle bakmak gerekiyor. 18 ve 19. yüzyılda üretilen doğu-batı karşıtlığı, yükselişe geçen Avrupa medeniyetinin kendi kimligini oluşturmak için kullandığı elverişli bir ayrımdı. Zira felsefeden siyasete, sömürgecilikten sanata kadar Avrupa medeniyeti kendi dışındaki herkesi ve herşeyi bir öteki olarak gördüğü için, tarihe de yeni bir anlam yükledi. İleri-geri kavramları ortaya atıldı. Gelişmemiş insan topluluklarından bahsedildi. Etnografya ve antropoloji gibi disiplinler aracılığıyla ırkçılığa bilimsel bir zemin kazandırıldı. Batı kendini tarihin tek motoru olarak kurguladı. Diğer kültür ve medeniyetleri, Batı medeniyetine akan küçük su parçacıkları olarak gördü.
Bu Avrupa-merkezciliğin yarattığı sorunlar bugün de devam ediyor. Üstelik sadece Batıda değil, Batı dışındaki toplumlarda da devam ediyor. 19. yüzyılda “sömürge aydını” denen bir tip var. Ülkesini ve insanlarının zihin haritasını işgal eden güce direnemediği için ona hayranlık duymaya, onu taklit etmeye başlayan bir zümre. Bir zaman sonra “Efendi”den daha fazla onun kültürünü, düşüncesini, sanatını, müziğini benimseyen, taklit eden bir intelijensiya. Frantz Fanon, eserlerinde bu psikolojiyi çarpıcı bir şekilde ortaya koyar. Bu ruh halini anlamak için gençlerin Fanon’un Siyah Deri, Beyaz Maske ve Yeryüzünün Lanetlileri adlı eserlerini mutlaka okuması gerekiyor.
Dün olduğu gibi bugün de Doğu ve Batı kavramlarına temkinli yaklaşmak gerekiyor. İdeal bir tip olarak Batı, genellikle onun karşıtı olan bir Doğu’nun karşısına yerleştiriliyor. İleri-geri, akılcı-akıl dışı, bilimsel-dogmatik, birey-cemaat gibi modernitenin hiyerarşik kavramları ve karşıtlıkları, aynı zamanda bu doğu-batı karşıtlığı üzerinden ifade ediliyor. Oysa ortada ne tek bir batı var, ne de tek bir doğu. Batılılar oryantalist bir bakış açısıyla bir “doğu” inşa ederken, İslam dünyası da benzer bir hataya düşüyor ve tek, monolitik ve homojen bir “batı” üretiyor. Ciddi bir tefekkür ameliyesinde genel kategoriler kadar detaylar da son derece önemlidir.
Aslında sorunun önemli bir kısmı, kanaat önderleri, aydınlar ve elitler arasındaki kavram kargaşasından, bilgi kirlenmesinden ve algı hatasından kaynaklanıyor. Sokaktaki insan dedigimiz ortalama vatandaşın sezgileri, aydın zümrenin ideolojik görüşlerinden daha isabetli. Bunu SETA’da yaptığımız bir çalışmada açık bir şekilde gördük. Aşk ile Nefret Arasında: Türkiye’de Toplumun Batı Algısı adlı çalışmamızda, rastgele seçilmiş yaklaşık yüz kişiyle derinlikli mülakatlar yaptık. Onlara “Batı deyince zihninizde ne canlanıyor?” sorusunu sorduk. Verilen cevaplar gerçekten çok ilginç ve öğretici. Ortalama vatandaşın zihninde tek bir Batı yok. Parçalı bir Batı algısı var. O yüzden çalışmanın üst başlığına “Aşk ile Nefret Arasında” dedik. Çalışma Türkiye’de din ve kültür kökenli bir Batı karşıtlığının olmadığını gösterdi. İnsanlar Batılıların Batılı olmasından bir rahatsızlık duymuyor. Müslümanlığın daha toleranslı olduğuna inanıyor. Eleştiriler genellikle siyasette yoğunlaşıyor. Yani Türkiye’deki ortalama vatandaşın Batı’ya verdigi mesaj açık: Senin dinin ve kültürünle bir sorunum yok. Ama politikalarını değiştirmek zorundasın.
Sonuç olarak şunu söylemek mümkün: Dini, tarihi, kültürel farklılıklar gerçektir. Postmodern bir iyimserlikle artık bu farklılıkların önem taşımadığını söylemek mümkün değil. Küreselleşme bir tarafta farklılıkları azaltırken öte tarafta insanların kimlik taleplerini daha da perçinliyor, belirgin hale getiriyor. Fakat farklılıklar tek başına bir çatışma sebebi değil. Bunun için bir “bir arada yaşama ahlakı”nın geliştirilmesi gerekiyor. Çağdaş pluralizm bu konuda bir takım tezler ileri sürüyor. Çoğulculuğun bizatihi kendisinin bir değer olduğu söyleniyor. Ben bu konuda biraz daha temkinli olunması gerektiğini düşünüyorum. Bunu Dergah Dergisi’nin Aralık 2007 sayısında çıkan “Türkiye’nin Çoğulculuk Meselesi” adlı yazımda irdelemeye çalıştım isteyenler yazıya www.setav.org adresinde de ulaşabilirler. Bir arada yaşama ahlakının nasıl inşa edileceği, hangi ilkelere dayanacağı, hepimizin üzerinde kafa yorması gereken bir konu.
- Bir araştırma kuruluşunun başında bulunuyorsunuz. Düşüncenin üretilen, talep edilen ve tüketilen bir şey olması iyi bir şey mi?
Araştırma merkezlerinin temel misyonu, uzun soluklu ilmi çalışmalarla acil çözüm bekleyen sorunlar arasında bir geçiş sağlamak. Üniversitedeki bir ilim adamı, herhangi bir konuda ciddi bir çalışma yapmak için uzun yıllar gerektiren bir fikir yolculuğuna çıkar. Çeşitli kaynaklardan beslenir. Sahadaki tartışmaları sakin bir kafayla ve soğuk kanlı bir şekilde değerlendirir. Kaynaklara iner. Kendi fikirlerini test eder. Yayın yapar. Bütün bunlar uzun zaman gerektirir. Bazı sorunların çözümü yahut aydınlatılması, bir ilim adamının bazen bütün ilmi kariyerine yayılabilir.
Buna mukabil öbür tarafta her gün onlarca karar vermek zorunda olan siyasetçi, bürokrat, yönetici, iş adamı, diplomat vardır. Bu insanların hiç birisinin bir konuda karar vermek için 1, 3 ya da 5 yıl gibi bir süresi yoktur. Karar vericiler ya somut, çözüm odaklı bilgi paketlerinden istifade ederler ya da sezgileriyle hareket ederek trendleri okumaya, yakalamaya çalışırlar. Şüphesiz her idarecinin vereceği kararların doğru bilgiye, yerinde muhakemeye, sağlam öngörüye dayanması gerekir. Aksi halde bir şirketi yahut kurumu yönetmeniz mümkün olmaz.
Araştırma merkezleri işte tam burada devreye girer. Üniversitenin ve ilim hayatının uzun vadeli araştırmaları, soruları, tartışmaları, sonuç-odaklı ve çözüm üretici formüller haline getirilir ve yöneticilerin anlayabileceği bir dile tercüme edilir. Araştırma merkezi ne kadar farklı kaynaktan beslenirse, ortaya koyduğu ürün de o kadar kapsayıcı ve gerçekçi olur. Aynı şekilde karar verici de ne kadar farklı bakış açılarını dikkate alırsa, vereceği nihai karar o kadar isabetli olur.
Türkiye’deki araştırma merkezleri üniversite ile karar vericiler arasında böyle bir iletişim dili kurabilir. Daha doğrusu kurmak zorunda. Ben bir akademisyen olarak şunu söyleyebilirim: Türkiye’deki üniversite mensuplarının büyük bir çoğunluğu, iş dünyasından siyasete karar vericilere nasıl konuşması gerektiğini bilmiyor. Çünkü yaptığı iş, tanımı gereği teorik, uzun vadeli, somut ve günlük kaygılardan uzak. Siyasetten iş dünyasına, bilimden ekonomiye Türkiye’de kelimenin en geniş manasıyla idarenin ve karar mekanizmalarının başarılı olması, bu iki bilgi türü ve bakış açısı arasında sağlam bir geçişkenliğin kurulmasına bağlı.
Araştırma kurumlarının bir diğer önemli işlevi, kamuyu belli konularda aydınlatmak, bilgilendirmektir. Türkiye’de kamuoyu genellikle gazete manşetleriyle oluşturulur. Medya istediği bir konuyu istediği şekilde sunup, taraftar bulabilir. Oysa bu çok tehlikeli bir şeydir. Hem doğru bilginin üretimi, hem vatandaşın bilgi edinme hakkı, hem de güçlü ve şeffaf bir demokrasinin yaşatılabilmesi için tehlikeli bir durumdur. Çünkü bilgiye dayanmayan, doğru analizlerle desteklenmeyen bir kanaat yahut görüş, akıl değil ancak duygularla yaşatılabilir. Bu ise insanları birer ideoloji makinesine dönüştürmektir. Özne olma hakkını onların elinden almaktır. Bu yüzden Türkiye’deki araştırma merkezlerinin ve düşünce kuruluşlarının kamuoyunu doğru bilgilendirme, aydınlatma konusunda önemli bir rolü var.
Öne çıkan bir vasfınız da akademisyenlik. ABD ve Türkiye`de bunun farklı tecrübelerine şahit oldunuz. Akademisyenlik küresel anlamda nerede duruyor, Türkiye`de ne anlama geliyor?
Bir ilim kurumuna, yani üniversiteye mensup olmak anlamında akademisyenlik onur verici bir sıfat. Dünyaya yeniden gelsem herhalde yine bu mesleği seçerdim (gerçi fotoğrafçı olmayı da hep hayal etmişimdir ama ilim hep daha ağır basıyor). Akademisyenlik, insana bazı imkanlar sunduğu gibi büyük sorumluluklar da yüklüyor. Her şeyden önce elde ettiğiniz ilmin hakkını vermek zorundasınız. Yani doğru bilgiyi çarpıtmadan, tahrif etmeden ortaya koymak, başkalarıyla paylaşmak zorundasınız. Bilmekle yapmak arasında da yakın bir ilişki var. Her şeyi bilmek mümkün değil ama insanın bildiğiyle amel etmemesi daha kötü bir şey.
Fakat bir de “profesyonel akademisyenlik” diye de bir tehlike var. Yani yaptığınız ilim, bilgi üretme işini, ahlaki ve sosyal kaygılardan arındırılmış, adeta mekanik bir şekilde yapmak. Detayda kaybolup büyük resmi kaçırmak. Ağaçlara bakarken ormanda kaybolmak. Akademizm, ciddi bir tehlikedir. Yer yer üretkenliği, yaratıcılığı öldürür. Çünkü amaç bazen bilgi sahibi olmak, bilgiyle kemale ermek ve yol göstermek değil, akademik ünvan elde etmektir.
Maalesef Türkiye’deki üniversite sistemi akademisyenleri böyle bir akademizme icbar ediyor. Maddi olarak orta sınıfa zar zor dahil olan akademisyenler, bir de bir sürü siyasi baskı altında bulunuyor. Akademideki fikir özgürluğü çok ciddi bir sorun. Türkiye’de insanlar okudukça aydınlanmıyor; tersine bazen kafaları daha da kararıyor. Akademik özgürlüğe açıkça karşı çıkan bir sürü profesör, dekan, rektör var Türkiye’de. Sürekli baskı altında olan, işini kaybetme yahut hakettiği ünvanı alamama korkusunu yaşayan bir ilim adamının dürüst, samimi ve yaratıcı olması mümkün değil. Bu yüzden Türkiye’de yaklaşık 80 bin akademisyen var ama akademik üretim dünya sıralamasının çok çok altında.
Aslında Türkiye’de azımsanmayacak bir akademik-ilmi-bilimsel birikim var. Bu birikimi doğru kanalize edebilirsek, önümüzdeki 15-20 yıl içerisinde üniversiteyi tekrar kendi ayakları üzerine kaldırabiliriz. Üreten, rekabet edebilen, hür ve bağımsız bir şekilde konuşabilen, çözüm üreten bir üniversiteye şiddetle ihtiyacımız var. Türkiye’nin 21. yüzyılın önde gelen aktörlerinden biri olması için güçlü ve bağımsız bir akademiye ihtiyaç var.
Bugün küreselleşmenin gerçek aktörleri siyasetçiler yahut bürokratlar değil, gençler. Çünkü onlar daha çabuk ve kolay intibak ediyorlar. Değişimi onlar hem körüklüyor hem de yönlendiriyor. İletişim teknolojilerindeki pek çok buluşun sahibi gençler.
Küreselleşmenin sınırları kaldırdığı ortak bir tespit. Sınırların kalkması yetişme kaygısı içerisinde olan bir genç için hangi donanımları zorunlu kılıyor?
Küreselleşme hem fırsatları hem de sorunları içinde barındıran bir süreç. Sırtınızı dönüp görmezlikten gelmeniz mümkün değil. Küreselleşmeyi büyük bir dalga gibi düşünürsek, buna karşı nasıl dirençli olunması gerektiğini Hz. Mevlana ünlü pergel metaforuyla izah ediyor. Tıpkı bir pergel gibi bir ayağını sağlam bir noktaya saplayan kişi, 72 alemi korkmadan, ürkmeden, yabancılamadan gezebilir.
Bugün küreselleşmenin gerçek aktörleri siyasetçiler yahut bürokratlar değil, gençler. Çünkü onlar daha çabuk ve kolay intibak ediyorlar. Değişimi onlar hem körüklüyor hem de yönlendiriyor. İletişim teknolojilerindeki pek çok buluşun sahibi gençler. Bunlar yaratıcı enerjinin tezahür etmesi anlamında önemsenmesi gereken gelişmeler. Ama pergelin bir ayağı bir yere sabitlenmemişse, insanın nereye gideceği belli olmaz. Nereye gideceğini bilmeyen kişi, hiç bir yere varamaz.
Türkiye’de gençlerin ülke sorunlarına daha fazla sahip çıkması gerekiyor. Bununla kastettiğim, gençlerin siyasete girmesi falan değil. Tam tersine, gençlerin siyaset üstü kalarak siyasete ve ülkenin gidişatına yön vermesi gerekir. Çünkü siyaset çok sığ, kutuplaşmalardan beslenen, üretmekten çok tüketen bir şey. İnsanların genç yaşta siyasete angaje olması, onların bütün enerjilerini tüketmekten başka bir işe yaramaz. “Siyasetçilik” gibi bir meslek var Türkiye’de. Bu çok garip bir şey. Çünkü bir insanın belli bir meslegi, birikimi, yeteneği olduğu için siyasete girmesi gerekir. İnsanlar siyaset yaptığı için statü sahibi olmamalı.
Gençlerin bu tuzağa karşı dikkatli olması gerekiyor. Öte yandan Türk toplumu gereğinden fazla politize olmuş bir toplum. Siyaseti bütünüyle ihmal etmeden dikkatlerin başka yönlere de çevrilmesi gerekiyor. Ülkenin sorunlarına sahip çıkmak ile kastettiğim, gençlerin ilim, kültür, sanat, çevre, şehir, eğitim konularında bilgili, birikimli ve bilinçli olması.
Son olarak şunun altını çizmek isterim: yaşa bağlı gençliğin ötesinde bir de manevi gençlik diyebileceğimiz bir makam vardır. Eskiler buna “fütüvvet” demişler. Yani feta hali; genç olmak ve genç kalmak. Manevi haz, enerji ve hal anlamında hiç yaşlanmamak, bezmemek, solmamak. Osmanlılar bir ideal, bir kavram olan fütüvveti, bir kuruma dönüştürmüşler. Osmanlı`nın o büyük genişleme dönemini fütüvvet ruhuyla gerçeklestirmişler. Bugün Türkiye’nin, İslam dünyasının ve dünyanın yeni bir fütüvvet hareketine ihtiyacı var.