M. Emin Büyükoşkun
Murat Menteş enerji, neşe ve sempati yayan bir yazar. Onu geç keşfedenler, fark edenler “Dublörün Dilemması”yla keşfetti. Oysa 96`da Yediiklim dergisinde 97`de Şehrengiz`de 99`da Kadıköy Mucizeler Dükkanında karşımızda duran o idi. 97`de bir şiir gecesinde dinleyiciye silah çekti (!) Yapaylığı pek sevmeyen, kırıcı olmamak gerektiğine inanan biri. Şiirde denenmemiş şeyler yapıyor. Harikulade matrak işlerin adamı. Sürüklenip gideceğiniz bir yazar değil; zeka ile ilişkinizi sürdürebildiğiniz müddetçe keyifle okursunuz onu. Gerçek Hayat dergisini yüklendi yıllarca. Dublörün Dilemması`nı zaten biliyorsunuz. Kaosa Mütevazi Bir Katkı ve Aynalı Barikatlar`da bir kısım yazıları toplu bir şekilde seni bekliyor. Kuzgunun Gölgesi isimli şiir kitabını bulmanız ise biraz zor ama mümkün yine de! Yeni bir şeyleri var mı?! Onu da söyleşimizde sormayı unutmadık tabii. İsterseniz hepsini biz anlatmayalım, biraz da siz onun dediklerine kulak verin...
Murat Menteş ile...
Yazarlık maceranız nasıl başladı?
14 yaşındayken Kung-Fu ustası ya da boksör olmayı düşünüyordum. Sanırım uçan tekme ve yumruklarla işleri yoluna koyabileceğimi sanmıştım. Birtakım spor kulüplerine gidiyordum. Laf aramızda çok yıpratıcı bir süreçti. Sonra birgün elime bir şiir kitabı geçti… Çocukluğumdan beri kitaplara meraklıydım. Cevizli semtinde, Tamirhane’de Kültür Kırtasiye ve Kitabevi vardı. Hâlâ var. İlkokul 1-2-3. sınıflarda oradan minik masal, hikaye kitapları alıyordum. 25 yıl sonra, geçenlerde oraya çocuklarımla birlikte uğradım. Sahibi değişmemiş. Sordum “25 yıl geçti, buradayız abi” diyor. Bi tuhaf oldum. Bizim ufaklıklara oradan kalem filan aldım. Yo, düdük. Bildiğiniz bekçi düdükleri! Kültür Kırtasiye’den çıktık. Düddürüdüt Düt düt düt! Diye düdük öttürüyoruz. Her neyse, çocukken ders kitaplarını bile seviyordum, düşünün. Bazı okuma parçalarını ve şiirleri ezberliyordum. Beyaz kapaklı, eski bir ajandam vardı; önemli(!) konulardaki fikirlerimi yazıyordum. Derken, dünyanın zorluklarıyla baş edebilmek için, şiir yazılabileceğini fark ettim. Yani küçük, komik şiirler yazmaya başladım. Sonra çok acayip bir şey oldu.
Ne oldu?
Kitaplarını okuduğum bazı yazarlara ve tabii şairlere, tanıdığım bütün insanlardan daha çok yakınlık hissettiğimi fark ettim. Böylece yazarlığın, şairliğin, aslında çok derinlikli, müthiş bir şey olduğunu kavradım. Kitaplarını okuduğum bazı yazarlar hakkında, kendi kendime “İşte bu adam tam benim kafada, ona güvenebilirim, çok sağlam biri, kesin, keşke onunla arkadaş olsak, her şeyi biliyor, sanki aklımdan geçenleri okuyor!” diyordum.
Kimlerdi onlar?
Şimdi burada isim vermek istemiyorum. (Gülüşler.) Sanırım genellikle böyle oluyor. Okuyorsunuz, okuyorsunuz, sonra da yazmaya başlıyorsunuz.
Çizgi roman sever miydiniz?
Elbette. Çocukluğumda bizim mahalle bir çizgi roman mahallesiydi. Çocukların her birinin bir çizgi roman kahramanı vardı. Diyelim Erhan, Jeriko’yu çok severdi, o bir Jeriko uzmanıydı. Ali, Conan profesörü. Kinova ve Tex, Veysel’den soruluyor. Ben de Mandrake ve Örümcek Adam’la iştigal ediyordum. Çizgi romanları dönüp dönüp okuyorduk. Kızılmaske, Judas, Tommiks, Atlantis, Zagor, Teksas…
Sinemayla muhabbetiniz oldukça sıkı. Kimleri seversiniz?
Yönetmenlerden mi?
Evet?
Robert Rodriguez. Gayet mütevazı ve espritüel bir yönetmen. Filmlerinde müthiş bir enerji var. Tarantino kadar fiyakalı değil, fakat iyi yani. Fabian Bielinsky, Elia Süleyman, Jasmin Dizdar, Danis Tanoviç, Terry Gilliam, David Fincher, Guy Ritchie ve tabii, Polis’in yönetmeni Onur Ünlü.
Tarkovski mi, Kitano mu? Yani birini seçmeniz gerekse?
Kitano.
Son dönem Türk sinemasına nasıl bakıyorsunuz? Bu topraklara dair meseleleri sade ve özgün bir dille anlatabilecek yönetmenler var mı sizce?
Onur Ünlü var. Son dönemde, Polis’ten başka, Yüksel Aksu’nun Dondurmam Gaymak’ını ve Sırrı Süreyya Önder’in Beynelmilel’ini severek izledim. Taylan Biraderleri de dikkate değer buluyorum. İsmi lazım değil, bazı filmleri izlerken de dehşete düştüm. Utanç verici derecede iğrenç, kokuşmuş, budalaca ve cehalet dolu filmler çekiliyor. Bunların bazıları ödül filan da alıyor.
Hangi filmler bunlar?
Israr etmeyin lütfen. Aldıkları ödüllere, övgülere filan takılmadan izlediğinizde siz de görebilirsiniz. Beni hikaye anlatmayı bilmeyen, nevrotik, edepsiz, vahşi mahluklarla muhatap etmeyiniz.
Tarikata girmiş Muharrem adında saf bir adamın öyküsünü anlatan Takva’ya ağır eleştirilerde bulundunuz. Bu eleştiriye gelen tepkilere nasıl bakıyorsunuz?
Benim eleştirime tepki gösterenler anaokuluna gitsinler, her şeye sıfırdan başlasınlar. Takva filminin takva olgusuyla hiçbir ilgisi yok. Bu film, İslamiyet’in, insanların başta cinsel olgunlukları olmak üzere, akli dengelerini, özgürlüklerini, her türlü insani yaşama imkanlarını yok ettiğini anlatıyor. İstiyorlar ki ben de “Toplumda Muharrem gibi insanlar da vardır, filmde anlatılanlar doğru” diyeyim. Böyle bir sersemlik olabilir mi? İslam’ı anlamamış insanların küstah yorumunu benimseyeyim! İlle ben de Müslümanların cahil ve şahsiyetsiz oldukları iftirasına destek mi çıkayım? İlle ben de Takva’yı öveyim mi? Övmüyorum arkadaş. Yönetmen Özer Kızıltan’a, senarist Önder Çakar’a bir sorun: Muharrem niye sapıtıyor? Niye böyle boyutsuz, çirkin ve budala? Hikaye niye bu kadar savruk? Onlarla konuşun. Bana sormayın. Bu filmi beğenen Müslümanlar’a da afiyet diliyorum. Daha büyük hakaretler mi talep ediyorlar, anlamadım ki?
Gerçekten kızgın gibisiniz?
Kimseyi ikna etmek zorunda değilim. Borat denen berbat filmi de göklere çıkardılar ve kimileri bu filmin Yahudi karşıtı öğeler içerdiğini filan söyledi. İnsanlar izledikleri filmlerin neden bahsettiğini anlamıyorlarsa ben ne yapabilirim? Borat, Yahudileri aşağılamıyordu, Yahudileri aşağılayanlarla dalga geçiyordu. Sacha Baron Cohen’in kendisi de Yahudi zaten. İngiliz. İsrail’de iki yıl kalmış. Büyük ihtimalle de Siyonist. Üstelik berbat bir komedyen. Woody Allen gibi değil mesela. Mağara komedyeni. Takva ile Borat… inanın bu konular beni çok rahatsız ediyor. Ben, Muharrem gibi bir dangalağı, muttaki bir şahsiyet saymıyorum. Benden uzakta bulsun belasını.
12 Eylül sonrası apolitizasyonunun gençler üstündeki etkisine nasıl bakıyorsunuz?
Türkiye’nin bir politikası var mı? Ahmet Necdet Sezer, Deniz Baykal, Mehmet Ağar ve Cem Uzan. Kemal Unakıtan, Ali Topuz, Kürşat Tüzmen ve diğerleri… Ne diyorlar? Politika, hayatımız bir düzene girsin, ağız tadıyla bir tas çorba içebilelim diye vardır. Siyaset sahnesindeki insanlara bir bakın. Hangileriyle aynı apartmanda oturmak istersiniz? Bir ilkokulunuz olsa, çocuğunuz orada okusa, hangisini o okula müdür yaparsınız? Çocuğunuzun derslerine hangisinin girmesini istersiniz? Gençler politikadan uzak, doğru. Fakat politikacılar, politikayla ilgili mi? Bence değil
Gerçek Hayat’tan ayrıldıktan sonra Nokta’ya geçtiniz. Ne var ki dergi kapanıverdi. Bundan sonra periyodik yayınlarda devam edecek misiniz?
İnanın bilmiyorum.
Şiir kitabınız ne zamana çıkıyor, adı ne yeni kitabın?
İşin doğrusu, tamam, ben bir şiir kitabı çıkaracağım, fakat kendimi şair olarak görmüyorum. Türkiye’de şair olmak, tarihsel bir sorumluluk üstlenmekle mukayyet. Bizim en… diyelim zayıf şairlerimiz, dünyanın birçok yerinde, Avrupa’da, Uzakdoğu’da son derece popüler olabilirlerdi. Fakat burada, toplum hayatında tayin edici bir rol üstlenmiş, merkezî bir sanat şiir. Aynı zamanda, çok iddialı ve yetkin verimleri olan bir sanat. İtalyan Şairi Salvatore Quasimodo, 1959’da sanırım, Nobel Edebiyat Ödülü almıştır. Şiirlerine bakın. Cemal Süreya’dan daha mı iyi şairdir? Velhasıl, Garanti Karantina adında bir kitap çıkaracağım bu yakınlarda. Belki de vazgeçerim. Emin değilim.
Duyduğumuza göre ikinci romanınız da gayet keyifli bir roman imiş. O ne zamana biter? Onun da adı ilginçtir yüzde yüz?
Kesin bir tarih veremiyorum. Bu yıl sona ermeden yayınlanırsa ben de rahat edeceğim. Adı, Korkma Ben Varım.
Hangi dergileri takip ediyorsunuz?
Her ay bir miktar dergi alıyorum. Aktüalite, edebiyat, mizah, sinema, müzik ve politika dergilerini… Kapaklarına filan bakıyorum. Dergi biriktirmiyorum fakat. Sonra önünü alamıyor insan.
Şu boks işi nedir? Gerçekten boks yaptınız mı yani?
Evet. Tam bir yıl boyunca haftada 6 gün boks çalıştım. 16 yaşındaydım. Belçika’da bir şampiyonaya hazırlanıyorduk. Birden aklım başıma geldi. “Ben n’apıyorum, deli miyim?” dedim. Eldivenleri, dişlikleri çıkardım. Ringden indim.
“Bu ülkenin kimi temel kodları var” diyor birileri. Sizce bunlar neler olabilir?
Bu ülkenin temeli denince, Türkiye denince aklıma ilkin Yunus Emre geliyor: “Ben gelmedim dava için benim işim sevi için / Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim.” İkinci olarak Karacaoğlan geliyor: “Üryan geldim yine üryan giderim / Ölmemeye elde fermanım mı var / Azrail gelmiş de can talep eder / Benim can vermeye dermanım mı var (…) Benim Hak’tan gayrı sevdiğim mi var?” Üçüncü olarak da Köroğlu geliyor: “Durman hey ağalar gelin meydana / Boyansın kılıçlar al kızıl kana / Bende mürüvvet yok kıyarım cana / İçerimden gamım gitmez neyleyim.”
Barış Ödülleri, Başörtülülere Verilmeli!
Başörtülülerin sabrına hayranım Biraz tuhaf bir soru olacak, fakat eğer başörtülü bir bayan olsaydınız, başınızı açar mıydınız?
Hiç de tuhaf bir soru değil. Cevap veriyorum: Derhal açardım. Hiç, bir dakika durmazdım. Bu sözümü, başörtülüler başını açsın olarak algılamayın sakın. Yasağa rağmen başını açmayanların dirayetine hem derin bir saygı, hem de hayranlık duyuyorum. Fakat ben dayanamazdım. Kendimde, Türkan Saylan’la, Ali Topuz’la… çatışacak enerjiyi bulamazdım. AK Parti hükümetinin yasağı kaldırma konusundaki nazını çekemezdim. Kamusal alan tartışmalarına sabır gösteremezdim. Bin dereden su getiren çakallarla uğraşamazdım. Bu nezaketsizlikle, salyalı, vahşet yüklü, şeytani yaygarayla baş edemezdim. Kendimi tanıyorum. Allah biliyor, okul mokul da umurumda değil, başörtüsü yasağı dolayısıyla maruz kalınan hiçbir şeye tahammül edemezdim. En basit haklarımın tartışmaya açılmasına, okulun, hastanenin, mahkemenin, nizamiyenin kapısından geri çevrilmeye filan katlanamazdım. Ağlamak da, birilerinin keyfi yerine gelsin de en doğal hakkımı iade etsinler diye oturup beklemek de bana uymazdı. Bunca sorumsuzluğa, kabalığa, ikiyüzlülüğe, saldırganlığa, çirkinliğe, yavşaklığa direnemezdim. Başımı açardım ve sonra ne olurdu bilemiyorum. Herhalde çok incinmiş olurdum. Yani, acayip alicenap biri olmam lazım ki, birilerinin otomobillerinin lastiklerini kesmeyeyim.
Fakat “Başörtülüler başlarını açmalı” demiyorsunuz, burada bir çelişki yok mu?
Yok. Allah beni erkek formunda yarattığı için başımı örtmem gerekmiyor. Başörtüsü örtmenin nasıl bir şey olduğunu bilmiyorum. Kadın olmak hakkında da kayda değer bir fikrim yok. Ben sadece şunu söylüyorum: Başını açan hanımefendilere karşı en ufak bir rahatsızlık verici tutum sergileyen herkes şerefsizdir. Tıpkı, başörtüsü yasağının utanç verici bir saçmalık olması gibi.
Peki, şu otomobil lastiği kesme meselesine gelelim…
Gelelim. Ben, başörtülülerin çok yüce gönüllü oldukları fikrindeyim. Yıllar geçti hâlâ onlardan hiçbir zarar görmedik. Ne kafamıza taş attılar, ne yollarda bize hakaret ettiler, ne de yemeklerimize ilaç koydular. Sıfır. Şaşılacak denli sabırlılar. Yalnızca bir-iki protesto gösterisi, hepsi bu. Dinamit yok, sopa yok, zehir yok. İnanamıyorum yani. Bir insanı bu kadar kışkırtın, bu kadar üzün, umutlarını söndürün, hayatını karartın… üstelik çok mantıksız bir biçimde, vatana millete faydası dokunacağı halde engelleyin, hırpalayın, aşağılayın, o da sizin suratınıza uçan tekme atmasın? Hâlâ güler yüzlü, anlayışlı, kibar bir ifadeyle konuşmaya, bizim gibi barbar şebeklere laf anlatmaya çalışsın. Hz. Eyyub sabrı var başörtülülerde. Ben böyle olgunluk, böyle leydi nezaketi görmedim. Her biri, bir prenses asaletiyle hareket ediyor. Ben anında cadılığı ele alırdım. Yetkililere sabun büyüsü filan yapardım. Yarasa kanı kaynatırdım. Paspasa kaplan kemiği çakardım. Şaka bir yana, bu ne be kardeşim!
Eklemek istediğiniz bir şey?
Dünyanın bütün barış ödülleri, başörtülülere verilmeli.