Tarih şeridinin en büyük noksanlığı Adem’i (as.) devre dışı bırakan materyalist bir tarih algısını dayatmasıdır. Bu tarih algısına göre azıcık yontulmuş bir taş, tarihî bilginin kaynağı sayılırken ne Kitâb-ı Mukaddes (Eski ve Yeni Ahitler) ne de Kur’ân’ı Kerîm tarihî bilgiye kaynaklık edemez.
Muhayyilemizi biraz zorlayıp ilkokulda ders gördüğümüz sınıfı şöyle bir hatırlamaya çalışalım. Bir karatahta, üzerinde Atatürk posteri ve onun her iki yanında İstiklal Marşı’yla Gençliğe Hitabe. Gözlerimizi duvarlara çevirdiğimizde ise tarih şeridini görürüz boylu boyunca. Bu tarih şeridi, yazının bulunmasından önceki karanlık dönem ve yazının icadından sonraki tarih devirleri şeklinde ikiye ayrılır. Tarih öncesi devirler taş ve maden devirleri; tarih devirleri ise ilkçağ, ortaçağ, yeniçağ ve yakınçağ bölümlerine ayrılır. Bu çağlar, dünya açısından önemli olduğu varsayılan birtakım olaylarla açılır ve kapanır. İlkçağ yazının icadıyla başlayıp kavimler göçüyle sona ererken; ortaçağ kavimler göçüyle başlayıp İstanbul’un fethiyle son bulur. Yeniçağ ise İstanbul’un fethiyle başlayıp Fransız ihtilaliyle nihayet bulurken yakınçağ adı verilen devir başlar.
Tarihin matematik bir kesinlik ifade ediyormuş gibi bir şerit üzerinden anlatılması muhakkak büyük bir yanlıştır. Bundan daha önemlisi, söz konusu şeritte yapılan tasnifteki olayların -Sümer’lerin yazıyı icat etmeleri hariç- Batı eksenli olmasıdır. Bu okuma biçimine göre bütün bir tarihin amacı, neticede mütekâmil bir Batı uygarlığını oluşturmaktır. Kavimler göçü Batı halklarını oluşturduğu için, İstanbul’un fethi Rönesans’ı başlattığı için, Fransız devrimi ise zaten Batının siyasî yapılanmasındaki rolünden ötürü çağları açıp kapayan olaylar olarak nitelenmiştir.*
Tarih şeridinin en büyük noksanlığı ise Adem’i (as.) devre dışı bırakan materyalist bir tarih algısını dayatmasıdır. Bu tarih algısına göre azıcık yontulmuş bir taş, tarihî bilginin kaynağı sayılırken ne Kitâb-ı Mukaddes (Eski ve Yeni Ahitler) ne de Kur’ân’ı Kerîm tarihî bilgiye kaynaklık edemez.
Tanzimat sonrasında Doğunun ufuklarını sarmaya başlayan Batının pozitivist bilimciliğinin kara dumanları, sonraki dönemlerde Müslüman düşünürlerde bir körleşmeye yol açar. Kendi tarihlerini bile Batının klavuzluğunda anlayıp yorumlamaya başlar devrin bilginleri. Oysa ön yargısız dönüp bir geriye bakabilseler, orada Muhammed b. İshâk’ın daha ikinci hicrî yüzyılın başlarında dünya tarihini Adem’den (as.) başlattığını göreceklerdi. Ve aynı hat üzerinde Taberî’yi, İbnü’l-Esîr’i, İbn Kesîr’i ve Zehebî’yi de göreceklerdi.**
Daha hicretin ikinci yüzyılında bir dünya tarihi yazan Müslümanlar, yazdıkları tarih eserinin kıymeti bir yana böyle bir ameliyeye kalkışmakla ruhlarında bütün bir dünyayı kucaklama arzusunu taşıdıklarını da ortaya koymuş oldular. Kendilerini insanlığın tarihine raptederek hem yaşanan tarihin hem de yazılan tarihin özneleri oldular. Zira onlar süregelen bir zincirin halkası sayıyorlardı kendilerini.
Neden sonra zincirin halkası koptu. Ve maalesef son yüzyılda yazılmış İslâm Tarihi adını taşıyan eserlere baktığımızda -telif olsun tercüme olsun- İslâm tarihini Hz. Peygamber’den (sav.) başlattıklarını görürüz. Mesela en meşhur eserlerden “Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi” gibi telif veya Hasan İbrahim Hasan’ın İslâm Tarihi adıyla Türkçeye çevrilen eseri, tarihi Hz. Peygamber’le (sav.) başlatmaktadır. Oysa bu anlayış, tarih düşüncesinin özü olan süreklilik fikrini ortadan kaldırmış İslâm’ı tarihin orta yerinde yapayalnız bırakmıştır.
Bugünse İslâm’ın 21. yüzyılda yaşayan evlatlarının vazifesi, ümmeti tarihin bu patika yolundan çıkararak sırat-ı müstakime yöneltmek, Adem’den (as.) gelen zincire kendi zincir halkasını eklemektir.
*Jack Goody’nin Türkçe’ye Tarih Hırsızlığı adıyla çevrilen eseri bu meseleye dikkatleri çekiyor.
**Bugün –bildiğim kadarıyla- Türkçe yazılmış bir dünya tarihinin olmaması ve en meşhur dünya tarihinin de Amerikalı McNeil tarafında yazılmış olması acaba tesadüf mü?