Sinemanın güzel olanı çirkin mi, yoksa çirkin olanı güzel mi gösterdiğini düşünürdüm. Oysa sinema bir perdeymiş sadece.
GİRİŞ:
“Altın portakal film festivali… Bu yıl 46.sı düzenlenen etkinlik… Ne kadar uzak… Gitmek ihtimal dâhilinde değil. Neden gidilsin ki? Festival filmlerini yönetmenler ve emeklilerden başka kim seyreder? Şimdi oraya gideceğim ve o meşhur Venüs heykelinin elindeki portakal gibi sırıtacağım. Malum görüntüm ile son ödeme tarihi geçmiş fatura gibi göze batacağım”. İşte bu düşüncelerle gitmiştim Antalya Kültür Merkezi salonuna. Beni oralara kadar sürükleyen “Uzak İhtimal” filminin, afişlerini görmek bile içimdeki gariban çocuğu güldürmeye yetmemişti (fona bir acılı türkü alayım lütfen), içtiğim bir fincan kahve midemden kalbime ulaşsa da ruhumda tüten derin melal dinmek bilmemişti (ya yah). Filmin gala ve söyleşisini yakın mesafe takip ediyordu herkes. Oysa ben takip mesafesini koruyamayan acemi bir şoför gibiydim. (Seksen sekiz, seksen dokuz…) Rimbaud’un sarhoş gemisi gibi yalpalarken kendimi bir ara koltuğa attım ve dedim ki kendi kendime “mavi ekoseli masalarda içmeyi unuttuğun ılık bir çay değil midir sinema” (topla topla)… Hayata sırtını döndüğünde görebildiğin pencere değil midir (bak bu daha iyi)… Ya da pupa yelken giderken sana ara sıra durmanı öğütleyen bir fısıltı…(eh işte)
GELİŞME:
Film bittikten sonra “60’ların Kamera Arkası” isimli fotoğraf sergisini gezmiştim. Eski kameraları ve set ahalisini görünce aklıma iki üç film izleyince kendisini sinema eleştirmeni zanneden şahıslar geldi oturdu. Daha bir şarkıya başlayamamış, bir şiire yeltenememiş insanların (ki bunlar aktivitelerin babasıdır) bir senfoniye burun kıvırması nasıl gerçekçi durmuyorsa, bazı insanların üzerinde de eleştirmenlik gerçekçi durmuyordu. Misal Uzak İhtimal filmi bitip söyleşiye geçtiğimizde; “keşke müezzinler hep böyle duygusal ve romantik olsa” diye temenni de bulunan teyze tamam samimiydi ama komikti yani, ya da “ay çektiğiniz o iç mekânlar beni daralttı ayol” diyen teyze doğru söylüyordu ama haklı değildi. Filmi bir de “dinler arası diyalog, sol omuzdan figür aparma” formatında görmek isteyenler vardı ki onlar da düpedüz hayalperestti. Hele bir de damdan düşer gibi “senaryo yazarları arasında Tarık Tufan da var. Bu nasıl oldu” diye soran biri vardı ki (bu ben oluyorum) tamamen araya “Tarık Tufan” reklamı iliştirmek isteyen ara geçiş formu bir amatördü… (Bir işe yaramanın verdiği hafiflik)
İLERLEME:
İnsanoğlu yorulduğu anlarda iş değiştirmeli diyor uzmanlar. Ben de yorgundum ve bu yüzden iyi bir sinema izleyicisi olmadığım halde farklı bir mevzuda konuşmak ve düşünmek adına oraya gitmiştim. “İzlediğimizi anladık mı” testine tabi tutulsam sınıfta kalırdım, ya da x-ray cihazında sinemadan anlamayanlar ayıklansaydı elek üstü ben olurdum. Lakin tüm bunların dışında oraya gitmemin başka bir sebebi daha vardı. Büyük şehir belediye başkanı seçim öncesinde halkı festivale katılması için teşvik etmiş ve demişti ki “başı bağlı olan hanım kardeşlerim de gelsin”. Bakın bu bile başlı başına bir sebep oraya gitmeye. (Başkanı bir ben ciddiye almışım o ayrı). Her neyse geliş sebeplerim ve sonuçları ile alakalı düşüncelerimden sıyrılıp bir koltuğa sinmiş ve elimdeki broşürü hatmetmeye başlamıştım. Nerede ne var? Hangi film kaçta, hangi filmi kim yönetiyor artık hepsini biliyordum. O andan itibaren artık bir sinemasever değil bir rehberdim. Gözü görmeyen teyzelere broşür okuyan, sergi salonunu bulamayanlara yol gösteren, program saatlerini aktaran garip bir varlık. Kamuya verdiğim bu hizmetten ve kılığımdan dolayı olacak ki yanıma oturan teyzelerle muhabbetim farklı mecralara kaymaya başlamıştı. Birisi “nerden geldiniz Antalya’ya” dedi “Sivas’tan” dedim. Ve yıllardır karşılaştığım klasik tepki “ayy yaktılar orda, çok karışık orası” dedi. Yok dedim yedi yıldır ordaydım Alevi, Kürt, Türk aynı mahallede oturur, çocukları beraber okula gider, yemek yapılınca birbirlerine bir tas uzatırlar, böyleler dedim. “Ay ama olur mu yaktılar” dedi. “Valla billa teyze dedim, orda provoke edildi halk” kadın “ayy yaktılar çocuğum yaktılar” diye ayrıldı yanımdan. Sonra boşalan koltuğa böyle Emel Sayın kibarlığında bir hanım oturdu. Daha hiçbir şey demeden “benim eşim Recep Tayyip Erdoğan’ın arkadaşı” dedi. Ya öyle mi dedim. Sonra bitişiğimdeki teyze de ben “şevval oruçları mı tuttum da geldim” demez mi. O an kendimi AKP temsilcisi, ya da münker nekir meleklerinin stajyer öğrencisi gibi hissettim. Ve içten içe “yeah hadi ama dostum sinema konuşalım” diye geçirerek müsaade istedim. (Yani bazı yazarlar festivalin halka açık dünyaya kapalı olduğunu yazmışlar. Bana kalırsa ne halka açık ne de dünyaya. Yine aynı seçkin(!) kesim kafasında dondurduğu fikirlerle geldi “ay aman of” dedi ve gitti)
TESADÜFİ İLERLEME:
Uzak İhtimal filminin yönetmenini kültür sanat sitelerine iliştirilmiş ufacık resimlerinde görmüş biri olarak elbette ilk bakışta tanıyamayacağım kesindi. Resimleri dolduran bir sakalı vardı ve bu onu tanımak adına ilk ipucuydu. İşte bu yüzden etrafını sarmış insan topluluğunu delerek bir sakallı beyin yanına yaklaşmıştım. Siz yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun’ musunuz? “Hayır, hanfendi değilim”, “ben ona benzettim o zaman”, “evet sakal benzerliği”… Düşündükçe güldürdü beni bu diyalog. Aklımdan “sakalların kardeşliği” isminde bir senaryo yazmak bile geçti. Sonra bu filmin zaten gündemimizi yeterince meşgul ettiğini düşünüp vazgeçtim. (Yoksa filmin tutmayacağından değil). Aslında ismini sonradan öğrendiğim bu sakallıyı da tanıyormuşum. “Sessiz ölüm” belgeselinin yönetmeni Hüseyin Karabey. Bir ara başka bir yönetmen ile aynı sergiyi yan yana gezmişiz. Konuşmadık konuşsaydık onun da “The İmam” filminin yönetmeni İsmail Güneş olduğunu öğrenecek ve belki de “hikâye müthişti, keşke biraz daha ne bileyim biraz daha böyle…” şeklinde bir cümle geveleyecektim. Olmadı.
SONUÇ:
Sinemanın güzel olanı çirkin mi, yoksa çirkin olanı güzel mi gösterdiğini düşünürdüm. Oysa sinema bir perdeymiş sadece. Gitmeyi düşünmüyorsak geleni görüyoruz, bulmayı düşünmüyorsak kaybedeni. Kalbimiz güzel değilse sadece çirkinleri…
NOT:
Uzak İhtimal filmi bir dinler arası diyalog filmi değil diyenler vardı. Oysa tam da dinler arası diyalogun iki insana indirgenmiş hali. Bir müezzin bir rahibeye âşık oluyor. Ama ikisi de dinlerinin bu işe olur vermeyeceğini biliyor. . İşte bunun gibi bence iki din de diyalog kurabilir ama asla seviyeli bir beraberliği götüremez:)