
Ey kimin milletindensin sorusuna “İbrahim’in” diye cevap verenler, bir kez daha düşünelim bu noktada. Hz. İbrahim sadece tefekkür ederek bile Allah’a ulaşabilmiştir. Güneşin ve ayın ve yıldızların aslını okuyarak iman edebilmiştir.
Islak iki pamuk arasında fasulye yetiştirmeden üç, He-man izlemeye başlamadan iki yıl önceydi… Benim de her çocuk gibi patlak bir topum, örgü yeleğine çengelli iğne takan bir anneannem vardı… Hatırlıyorum da anneannemin bahçeli evinde günlerimi geçirmek benim için cümle lunaparklarda gezinmekten daha evlaydı… Tâ ki uzaydan bakılsa yeni palazlanan bu yavrunun neşesi ve heyecanı görülebilir, hatta attığı sevinç çığlıkları uzayda gezinen astronotların kulaklarını tırmalayabilirdi. Neyse uzatmayayım.
Anneannemin oturma odasının duvarlarında renkli tablolar vardı o yıllarda… Uykuya direnirken ve yastıkların minderlerin üzerinde avara kasnak gibi dönüp dururken daima gözlerim o en sevdiğim tabloda sabit kalır, beyin kıvrımlarımda yeni hayallerin tohumları atılırdı. Bu tablo, yatak odası kapısının hemen üzerindeki yeşilimsi tabloydu... Hz. İbrahim’in bıçağı İsmail’in boğazına götürüşü ve gökten bir meleğin koç indirişi tasvir ediliyordu… Bu tablo ile ilgili sorduğum sorulara evdeki herkes bildiği kadarıyla cevaplar verir, küçük bir kalbi mutmain etmeye çalışırlardı. Ama bilmekten ziyade anlamak iştiyakı vardır her insanda. Ben de anlamak istiyordum. Bir baba niye oğlunun boğazına bıçak dayardı? Şol emre itaat eden kişi, granitten bir adam, yarı metalik bir cyborg değildi sonuçta. Kanlı canlı bir insandı ve bıçağın altında can vermeye razı olmuş oğluna da yıllar sonra kavuşmuştu. Tahminen şu soruları sorup durdum:
- Ya bıçak kesseydi ne olacaktı anne?
- Ama kesmemiş yavrum işte.
- Ya gökten bir koç indirilmeseydi?
- Ama indirilmiş evladım işte…
- Ya İsmail kaçsaydı ve babası da bulamasaydı?
- Niye kaçsın oğlum, o bir peygamber…
- Ya gökten fil inseydi anne?
- ?
***
Islak iki pamuktan müteşekkil fasulye tarlasının kesif kokular yaymasından beş, He-man’den daha çok “titrek”i sevdiğimi anlamamdan altı yıl sonraydı… Çocukken beynime kazınan o tasvirin kahramanı ara ara ruhumu yokluyor, bir kuantum problemi gibi karşıma dikiliyor ve çöz beni diye haykırıyordu… Önceleri epey geçiştirdim… Hani yaparsınız ya aklınıza bir şey takılınca daha çok televizyon izlersiniz, sizi etkileyen bir olayı düşünmemek için vitrinlere aval aval bakar, saçma sapan dergiler okursunuz. Onun gibi ben de bir müddet hiç böyle bir peygamber yokmuş gibi yaptım.
Ama olmuyordu. Bir peygamber aklın-gönlün-teslimiyetin en son kertesinde imtihanlar veriyor ve ne yana dönsem aynı imtihanlar karşımda duruyordu… O, taa yıllar öncesinden güneşe bakıp onu önce tanrı ilan ediyor, sonra batıp gidenler benim tanrım olamaz deyip başka arayışlara dalıyordu. Benimse o yıllarda kafamı kaldırıp güneşe bakmak aklıma bile gelmiyordu. “şişşt kızım üç haftadır ay gözükmüyor, gökyüzündeki yıldızların hepsi kaybolmuş” deseler “ya öyle mi” deyip geçecek haldeydim. Aklımı tanrının varlığını bulmak için değil yeni bir giyim tarzı oluşturmak, abuk sabuk dergilerin verdiği stikırları nereye yapıştırsam diye düşünmek, yüzümdeki sivilcelerle yeryüzü şekilleri arasında ilgi kurmak, İngilizce şarkılar söyleyip, yeni yıla nerde girsem acaba diye saçmalamak için kullanıyordum. Yani kendim için ve bana sunulan bir hayat tarzına özenmek için… Elimde sahibi olduğum sonsuz bir toprak vardı, ama ben hala çay tabağındaki fasulyeyle uğraşıyordum. Neyse işte benim kocaman olduğum yaşlardı. Oysa Hz. İbrahim daha ufacık tefecikken aklının verdiği koordinatları arayıp buluyor, tüm çizgileri birleştiriyor ve düşünerek Rabbine ulaşabiliyordu. Bense aklımı kullanarak ıskartaya çekilmiş eski bir sandal kadar bile ilerleyemiyordum.
***
Islak iki pamuk arasında yetiştirilen fasulyeden hâsılat ummayı kesmemden on, He-man’in güç bende sözünü uluorta söylemeyi kesmemden on bir yıl sonraydı… Tağut, put, şirk kelimelerini sözlükte daha çok arar olmuş, sırf bu kelimelerin anlatıldığı kitaplar okumaya başlamıştım… Her kitabın orta yerinde yine İbrahim vardı. İbrahim elindeki baltayla putları temizliyordu. Baltayla putları bir güzel temizleyip baltayı en büyük putun boynuna asıyordu. İbrahim putperestlerle dalga geçiyor onlara tabi olmuyordu.
Demek ki güneşe aya bakıp akıl ile çözümlemeler yapmak, tanrıyı bulmak, “illallah” demek yetmiyor, O’na eş, ortak olabilecek ne varsa temizlemek gerekiyordu. İşte başarısız fasulye yetiştiricisinin en çetin imtihanı da burada başladı. Çünkü putlar kırılacak hallerden çıkmışlardı artık. Her biri birer kara delik gibi daha “ret” cümlesi söylemeden seni yutuveriyordu. Para, şöhret, mal, okul, statü, kariyer bir put gibi karşına dikiliyor, Mustafa Kutlu’nun tabiri ile mücahitler müteahhit oluveriyordu. Oyuna giren mecburen(!) kol sallıyordu. Sistem her puta biraz daha tapınmayı gerektiriyordu. Sistem, “kahraman olanı” değil “kahraman bekleyeni” seviyordu. Ben de zaten bir mücahideden çok uykulu trollere benziyordum… İbrahim’i her okuduğumda görünmez bir el kalbimdeki putları temizliyor, sisteme her entegre oluşumda putlar yabani mantarlar gibi patır patır yeniden peyda oluyordu…
***
Sanırım zaman böyle kötü bir zaman. İbrahim putları bir kere kıracak, bizler yüz bin kere...
***
Islak pamuk tarlasını nadasa bırakmamdan on üç, İskeletor’un hain planlar yapmaya devam etmesinden on dört yıl sonraydı… Babam bir gün bir müjdeyle eve geldi. “Sizi peygamberler diyarına, Urfa’ya götüreceğim, Hz. İbrahim’in ateşe atıldığı yeri ve mancınıkları gözlerimizle göreceğiz” dedi. Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Çünkü ben Hz. İbrahim’in geçtiği tüm imtihanlardan sınıfta kalmış gibiydim. Devasa mancınıkları gördükten sonra da bu duygularım değişmedi, hatta daha da alevlendi. Ateşin bağrına balıklama atlayan bir peygamber vardı karşımızda. Allah’ın ateşe “serin ve selametli ol” buyruğundan çok önce kararını vermiş bir şahsiyet vardı. Nemrut’la dalga geçer gibi mancınığın ucunda öylece beklemiş bir peygamberin izleri vardı karşımızda… Bunları düşündükçe daha da eriyip eksildiğimi hissetmiştim. Şeyh Sadi Şirazi diyor ya hani “çarşı ağası çarşıyı dolaşırken okkası, dirhemi eksik olanlar korkar” diye… İşte benimki de o hesaptı. Hz. İbrahim’in teslimiyeti yerli yerindeydi, tamdı… Ya bizimkiler?
***
Islak pamuk tarlasını çöpe fırlatmamdan on yedi, He-man’in dünyayı kurtaracak asıl adam olmadığını anlamamdan on sekiz yıl sonra… İbrahim’in hayatını yeniden okuyorum..
Onun hayatının özeti “Allaha teslim ol kurtul” dur. Ama o “kurtul” kısmının bu dünyaya dokunan yanıyla hiç ilgilenmemiştir. O ki bıçak kesecek, gökten koç inmeyecek ve İsmail sağ kalmayacak olsa da o bıçağı İsmail’in boynuna dayayacaktı. O gün baltayı büyük putun boynuna asmayı akıl etmeseydi de o putları kırıp elindeki balta ile öylece duracaktı. O rabbi ateşi bir gül bahçesine çevirmeyecek olsa da atlayacaktı ateşe ve yanacaktı. Zemzem çıkmayacak olsa da Hacer’i çölde bırakacaktı.
Ey kimin milletindensin sorusuna “İbrahim’in” diye cevap verenler, bir kez daha düşünelim bu noktada. Hz. İbrahim sadece tefekkür ederek bile Allah’a ulaşabilmiştir. Güneşin ve ayın ve yıldızların aslını okuyarak iman edebilmiştir. Ya bizler hakiki iman ve teslimiyet için neyi bekliyoruz… Güneşin Japonca Allah diye haykırmasını mı, ayın inanca dair yazılım yapmasını mı, yoksa yıldızların “üç adımda nasıl teslim olunur” programını geliştirmesini mi?
***
Hz. İbrahim’in hayatını yeniden okuyorum. Pamuk tarlalarından fasulye beklememek için, putları kıracak He-Man’ler beklememek için…