Cape Town’da geçirdiğim günler boyunca şehir bende hep karmaşık duygular oluşturdu. Cape Town’un etrafındaki teneke evler içimi acıtırken Woter Frond gibi lüks bölgeleri adımlarken bir Afrika şehrinde olduğuma inanamadım.
Uzun yolculuklara çıkma hayalleri kurmaya başladığım öğrencilik yıllarımdan beri seyahatname okurum. Bilirim ki seyahatnameler bir seyyah için vazgeçilmezler arasındadır. Seyahatnamelerin sayfalarını çevirirken bazen kendimi öyle kaptırırım ki bir ülkeden başka bir ülkeye, bir şehirden başka bir şehre yolculuk yaparken sayfalar arasında kaybolup giderim. Tıpkı Ümit Burnu Seyahatnamesi’ni okurken hissettiklerim gibi. Kitabı ilk elime aldığımda kendimi sanki bir hazineye ulaşmış gibi saymış, sayfaları tek tek çevirirken heyecandan ne yapacağımı bilememiştim. Ümit Burnu Seyahatnamesi idealist bir Osmanlı âlimi olan Ebubekir Efendi’nin İstanbul’dan Güney Afrika’ya yaptığı yolculuğu ve Cape Town’da geçirdiği günleri anlatsa da içinde çok özel bir hikâye barındırıyor. Ebubekir Efendi’nin öğrencisi ve yol arkadaşı Ömer Lütfü’nün kaleme aldığı seyahatnameyi okudukça “Kim bilir, tarihimizde daha ne kadar gizli hazine vardır?” diye kendi kendime sormadan edemedim. İçimde her daim hazır bir şekilde bekleyen iz sürme ve keşfetme arzusu ise yeniden alevlendi.
Dünden Bugüne Cape Town
Uzun bir uçak yolculuğunun ardından sonunda Güney Afrika’ya ulaşmıştık ve ben artık Cape Town sokaklarını adımlıyordum. Yanımdan ayırmadığım Ümit Burnu Seyahatnamesi’nde ise Ömer Lütfü Cape Town’u şu şekilde anlatıyordu: “Bu şehir gayet güzel bir şehir olup sokakları muntazam ve geniş idi. Öyle ki on arabanın yan yana geçmesi kabil idi. Bu sokaklar boyunca bir gaz feneri, bir ağaç ve yine bir gaz feneri ve bir ağaç dikilmişti…” 1800’lü yıllardaki Cape Town’un anlatıldığı kitaptaki tasvirlerle bugünün Cape Town’u arasındaki farkı gözlemlerken dünle bugün arasında gidip geliyordum. Önce Batılıların 1666 yılında Güney Afrika’yı sömürmek için inşa ettikleri ilk yapı olan Good Hope Kalesi’nin önünde bir süre durdum. Bugün etrafı meyve ve sebzecilerle dolu olan Büyük Geçit’i aştıktan sonra tarihi Belediye Sarayı’nın önündeki meydanda oturdum. Mandela’nın özgürlüğe kavuştuktan sonra 250 bin Afrikalı’ya hitap ettiği meşhur meydanda uzun uzun Mandela’nın arkadaşlarıyla birlikte ırkçılığa karşı verdikleri özgürlük mücadelesini düşündüm. Ülkenin en gözde şehri olan Cape Town’un tarihi mekânlarını gezerken Güney Afrika tarihi de bir şerit gibi gözümün önünden akıyordu.
Hollanda’dan İngiltere’ye Sömürge Tarihi
Batılıların gelişine kadar Zulu ve Sotho gibi kabilelerin hâkim olduğu Güney Afrika 17. yüzyılın ortalarından itibaren Hollanda işgaline maruz kaldı. Asya’da sömürge faaliyetleri içinde olan Hollandalı şirketler Cape Town’da bir istasyon kurarak burayı gemilerin uğrak yeri haline getirdiler. 1806 yılında sömürge bayrağını Hollanda’dan teslim alan İngilizler Güney Afrikalılara karşı büyük bir katliam başlattı. Zamanla Zulu ve Sotho kabilelerini etkisiz hale getiren İngilizler işgallerini Cape Town’un kıyı bölgelerinden Güney Afrika’nın iç bölgelerine kadar genişlettiler. 1867 ve 1886’da Güney Afrika’da elmas ve altın yataklarının bulunması ülkenin önemini arttırırken, Batılılar adeta hücum edercesine Güney Afrika’yı istila ettiler.
Irkçı Apartheid Rejimi
Güney Afrika 1931 yılında İngiltere’den ayrılıp bağımsızlığını ilan etse de bu gerçek bir bağımsızlık değildi. Sadece beyazların üstünlüğüne dayanan kâğıt üzerinde bir bağımsızlıktı. 1948 yılında kurulan ırkçı Apartheid rejimi 1994 yılına kadar Güney Afrika’da insanlık adına utanç verici bir dönemin yaşanmasına neden oldu. Siyahların seçimlerde oy kullanma hakkının olmadığı Apartheid rejimi döneminde belli yollardan beyazların dışında kimse geçemez, beyazların kullandığı otobüsleri hatta umumi tuvaletleri siyahlar kullanamazdı. Yine bu dönemde özgürlük yanlısı yüzlerce siyahi faili meçhul cinayetlerle katledildi. Nelson Mandela ve arkadaşlarının zindan hücrelerin ..............................................................................................