Yazı yazarken kelime seçimine dikkat etmeli miyiz? Anlaşılır bir yazı yazmak için anlaşılmayacak kelimelerden kaçınmamız mı gerekir?
Düşünceler, kelimelerle ifade edilir ve başkalarına aktarılır. Dolayısıyla, zihnimizde ne kadar çok kelime taşıyorsak, düşünce ve duygularımızı o kadar ince, derin ve güçlü bir şekilde ifade edebiliriz. Edebiyat veya düşünce dünyasına mühür vurmuş büyük isimlere bakıldığında, onların ortalamanın çok üstünde bir kelime dağarcığıyla konuşup yazdıkları görülür. Hatta, bir düşünür veya yazarın düşüncesindeki derinlik ile kullandığı kelime sayısının fazlalığı arasında doğrudan bir ilişki olduğuna dikkat çekenler de var.
Bu durum, diğer bir açıdan şunu gösterir: Bu isimler, ‘herkes tarafından hemen anlaşılma’ beklentisi içinde olup herkesin kullandığı kelimeler ile yetinselerdi, muhtemelen o eserleri yazamayacaklardı. Ama öte yandan hepten anlaşılmaz bir şekilde ve tamamen ilk elde anlaşılması zor kelimelerle yazsalar, bu kez hiç okunmayacak, anlaşılamayacaklardı.
Demek ki, ne ‘anlaşılmazlık’ bir meziyet, ne de ‘herkes tarafından hemen anlaşılmayı’ hedefleyip belli bir kelime dağarcığının ötesine geçemez şekilde yazmak. Bilakis, en doğrusu, ikisinin ortasında bir yerde durabilmek. Yani yazar bir taraftan okuyucuda ‘bu yazıyı, bu kitabı okumalıyım’ şevki uyandıracak bir kıvamda yazabilmeli; seçtiği konu, sunuş biçimi, üslubu vs. bu şevki uyandırabilmeli. Ama öte taraftan, bu şevkle onu okuma gayreti içine girmiş okuyucuyu ‘olduğu yerde’ kabul etmemeli, onu bir basamak yukarıya çekebilmeli. Yani, ne okuyucuyu olduğu yerden kıpırdatmayan bir ‘popülizm’ doğru, ne de ‘ben böyle yazarım, ister oku ister okuma, beni ilgilendirmez’ kibrini bürünmüş bir ‘elitizm.’ İkisi de doğru değil, ikisi de yazar-okuyucu buluşması için ideal durumu ifade etmiyor. Bilakis, ikisinin de taşıdığı zaafları aşan bir kıvam bulmamız, bir orta noktada buluşmamız gerekiyor. Şahsen, benim de kendi kitaplarımla ilgili olarak zaman zaman ‘ağır kelimeler kullanıyor’ kabilinden yakınmalara maruz kaldığım vâkidir. Hatta bazı ortamlarda bu şifahî olarak da bana iletiliyor. Bu yakınmalara şu cevabı veriyorum: Büsbütün, gündelik hayatta kullanılmayan kelimelerle yazıyor muyum? Hayır. Ama öte taraftan, tamamen gündelik hayatta kullanılan kelimelere kendimizi hapsetsek, özgün bir duygu veya düşünce durumunu incelikli bir şekilde ifade imkânı bulur muyuz? Yine, hayır. Bilakis, kelimeler kullanıldıkça hayatta kalır, kullanıldıkça zihinlere yerleşir. Dolayısıyla yazarın yazılarının içine, anlaşılması için ipuçları da içerir şekilde gündelik hayatta pek kullanılmayan ama bir cevher olarak hayatımıza girmesi gereken kelimeleri de serpiştirmesi lâzım ki, o kelimeler zihnimizde yer etsin, hatta dilimize yerleşsin.
Meselâ günümüzde gündelik hayatta ‘uygun’ kelimesi o kadar çok yerde kullanıyor ki; bu kelimenin hangi yerde ‘müsait’in, hangi yerde ‘muvafık’ın, hangi yerde ‘mutabık’ın, hangi yerde ‘münasip’in yerine kullanıldığını kestirmek mümkün değil. Halbuki bu dört kelime, birbirine yakın ama birbirinden farklı dört ayrı anlamı incelikle bize ifade ediyor. Yazar dahi bu dört durumda ‘uygun’ deyip geçiverse, bu kelimeler ve nüansları nasıl hayatta kalacak?
Sözün kısası, yazarın bir görevi de, yazıları içinde kullanarak, düşünce veya duyguların en incelikli şekilde taşınmasına vesile olan kelimelerin hayatta kalmasını ve dile aktarılmasını sağlamaktır bana göre. Okuduğumuz bir kitap, zihnimize yeni kelimeler taşımamış veya bir kısım kelimeyi gündelik hayatta kullanır hale bizi getirmemişse, yazarı başarılı bir yazar değildir...