
Henüz yazı hayatımın ilk yılları içindeydim. Bir yandan İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt’taki o meşhur kapısından içeri girip fakültede derslerime devam ediyor, derslerin bitiminde doğruca daha lisede iken yazılarımı göndermeye başladığım derginin de bulunduğu yayın kuruluşuna gidip usta-çırak ilişkisi içinde yazı ve yayın hayatının inceliklerini öğrenmeye çalışıyordum.
Henüz yirmi yaşına bile varmadığım o günlerde, çoklarının ‘demir leblebi’ dediği bir kitabı okumaya cesaret ettim. 1911’de yayınlanmış, Muhakemat isimli bir eserdi bu, bir nevi Bediüzzaman Said Nursî’nin ileride yapacağı tefsir çalışması için bir ön hazırlık niteliğindeydi. Kitabın sayfaları arasında ilerledikçe, evet, bir ‘demir leblebi’ ile karşı karşıya olduğumu görmüştüm, zira anlayamadığım çok şey vardı; ama öte yandan iyi ki cesaret edip okumaya başlamışım diyordum, çünkü anlayabildiklerim dahi benim zihnimi açan, ufkumu genişleten bir nitelik arz ediyordu.
Tamamında anlama zorluğu yaşadığım üç makaleden oluşan bu kitabın özellikle ikinci makalesi ise, ‘demir leblebi’ ne kelime, ‘çelik leblebi’ demeyi hak eder bir zorlukta gözükmüştü bana. “Unsuru’l-Belagat” başlığını taşıyan bu bölüm, Abdülkâhir-i Cürcânî, Sekkâkî ve Zemahşerî gibi büyük ustaların izinde, belagata dair anlayamadığım nice dersler veriyordu. Bununla birlikte, bu makalenin en başında yer alan anlayabildiğim bir nokta dahi bütün yazı hayatımı ve yazma biçimimi etkiledi.
Bu nokta, ‘belagat’ın tarifine dairdi. Belagat deyince, süslü söz söylemek, sanatlı cümleler kurmak olarak anlıyordum, genel olarak anlaşılan da buydu. Ama o makalenin başında söylenen, belagatın aslının sözdizimi değil, anlam dizimi olduğuydu. Yani, beliğ bir söz veya yazı, süslü söz veya yazı demek değildi; bir düşünceyi bütünlüklü ve tutarlı biçimde aktarabilen sözdü. Bu bakımdan, beliğ olmak istiyorsak bize düşen, mânâsız süslü söz söylemek değil, sözü mânânın hizmetinde kullanabilmekti.
Bu sebeple, bu makalenin ilk kısmının sonunda şöyle bir uyarı da vardı: “Lâfızperestlik bir hastalıktır; fakat bilinmez ki hastalıktır.”
İş bununla kalmıyor, ardından gelen ‘tenbih’te, sadece lafızperestliğin değil, sûretperestliğin, üslubperestliğin, teşbihperestliğin, kâfiyeperestliğin… de birer hastalık olduğu anlatılıyor, denge noktası ise şu şekilde özetleniyordu:
“Evet, lâfza ziynet verilmeli, fakat tabiat-ı mânâ istemek şartıyla. Ve sûret-i mânâya haşmet vermeli, fakat meâlin iznini almak şartıyla. Ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksûdun istidadı müsait olmak şartıyla. Ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlûbun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla. Ve hayale cevelân ve şa’şaa vermeli, fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikate misal olmak ve hakikatten istimdat etmek şartıyla gerektir.”
Belki bir başka yazıda bu konu üzerine daha uzunca konuşuruz. Ama şu kadarını şimdiden söyleyeyim: Burada söylenenler henüz yirmisine gelmemiş bir yazar adayı olarak bana şu dersi verdi ve bu dersi hayatım boyunca unutmadım, inşallah bir yazar olarak ölünceye kadar da asla unutmam: Sözü güzel kılan, süsü değildir.
Sözü güzel kılan, bir hakikati ifade ediyor ve hakikate hizmet ediyor olmasıdır. Bütün edebî sanatlar ve imkânlar, bu hakikatin hizmetinde bir kıvam buluyorsa değerlidir…