Tabutta Röveşata ile tanıdık onu. Çektiği filmler büyük beğeni topladı. Filmleri birçok festivalden ödülle döndü. Sinemamıza biçim yönünden yenilik kazandırdı. Fakat bunu uygularken biçim ve konu bütünlüğünden hiç kopmadı. Geleneksek sanatlarımız üzerinden yeni bir arayış gerçekleştirdi. Geleneksel sanatlarımızı, kendi değerlerimizi olabildiğince sinemayla dünyaya anlatmaya çalıştı. Türk Sineması’nın önemli değerlerinden biri olan Derviş Zaim ile sinema üzerine güzel bir söyleşi gerçekleştirdik.
Nokta filmini plansekans olarak çektiniz. Yani tek plan olarak çektiniz. Kamera geçişleri sağdan sola doğru. Nokta filmini bir hat sanatının yazılarını işler gibi mi işlediniz?
Filler ve Çimen’de bunun ipuçları vardı. Ama Cenneti Beklerken filminde daha da netleşti. Osmanlı geleneğinden hareket ederek, acaba onun bir parçası olan bazı sanatları alıp, sinema için kullanmak mümkün müdür sorusunu kendime sormuştum. Minyatür sanatının dışında, Cenneti Beklerken filmimden sonra, Nokta filminde Osmanlı hat sanatını ele aldım. Osmanlı hat sanatının kimi özelliklerini sinemaya nasıl aktarabileceğim konusu üzerine düşünmeye başlamıştım.
O filmimde seçtiğim mekan Tuz Gölü’ydü, boş bir beyaz sayfayı andırıyor. Oyuncuları mekana yerleştirmem, oyuncuların kostümleri, kostümlerin rengi, genel renk bütün bunlar hat sanatına ait havayı ve muhtevayı çağrıştıracak şekilde tasarlandı. Ayrıca bir hat sanatkarının yazı yazarken ihcamla yazmasına benzer şekilde kesintisiz bir şekilde filmi çekmeye gayret etmiştik. Tek bir plandan oluşan, başlayıp biten bir film olmasını sağlamıştık. Bu manada filmin içerisinde kurgu yoktu. Bütün bunlar her defasında farklı biçimlerde tezahür eden ortak bir kaynağın sinemada nasıl kendine yer bulabileceğine dair sorduğumuz sorunun mütevazi yanıtlarıydı.
Sinemada biçim ve doğallığı bir arada uygulayabilmek zor mu?
Sinemada zor olan şeylerden bir tanesi biçimin ve içeriğin birbirleriyle bir dengede buluşmasını sağlamaya çalışmaktır. Elbette ki bu gelenekten nasıl yararlanacağımız konusunda konuşurken çok farklı önerilerin karşımıza çıkması mümkün. Ama mesele şu ki, bu önerilerin bir kısmı ve kullandığımız içerik yan yana getirildiğinde, altı yama üstü bohça, altı kaval üstü Şişhane gibi bir görünüm ortaya çıkma ihtimali belirecektir. İşte bir yönetmenin yapması gereken temel işlerden bir tanesi bu biçim ve içerik arasındaki dengeyi gözetmeye çalışmaktır. Cenneti Beklerken, Filler ve Çimen, Nokta, Gölgeler ve Suretler gibi filmleri yaparken biçimin ve içeriğin birbiriyle belli bir dengede buluşmasına gayret ettim. Bunun için fikri mesai harcamaya çalıştığımı belirtmek isterim.
Kendinizi Milli Sinema akımının devamcısı olarak görüyor musunuz? Konu ya da biçim olarak?
Bizim sinemamız için o deneyimlerin ortaya çıkması elbette bir zenginliktir ama onların bir devamı mıyım konusu gündeme geldiğinde, her zaman söylediğim bir şeyi tekrarlayacağım izninizle, o da şudur: Türk Sineması geleneği içerisinde kendisinden daha önce bayrağı aldığım bir sinemacı ne yazık ki olmadı; olmadı ne yazık ki. Yani ben isterdim ki bir figürden çok etkileneyim ya da onun devamı olayım, ya da ona karşı mücadele edeyim. Bu iki şık da bir sanatçıyı besleyen şıklardır. Ama ne yazık ki böyle bir figür benim için söz konusu olmadı. Fakat bu söylediğim kendimle ilgili bir şey, ilgili insanların değeriyle ilgili bir şey değil.
Kıbrıs doğumlusunuz bir yandan da Konya kökenlisiniz. Size, doğum yeri ve kökeniniz neler kazandırdı?
Adalı olmanın kendisine özgü bir psikolojisi vardır muhtemelen. Ana karadan daha farklı bir yerde yerleşmiş olmanın mesafe alma duygusunu sağladığından bahsedilir. Sanat da mesafe alma duygusuyla ilintilidir. Umarım böyle bir katkısı olmuştur bana. Bunun dışında değişik kültürlere, kültürlerin bir araya geldiği zaman ortaya çıkabileceği melezleşme biçimlerine ilgi duydum. Dolayısıyla adalılık da bu kültürler arasında ilişki konusunda kafa yormamı kolaylaştırmış olabilir diye tahmin ediyorum.
Tabutta Röveşata ilk filminiz ve oldukça az bir bütçe ile çektiniz değil mi?
Gerilla tarzı diyebileceğim bir tarzda çekildi. Düzenli orduların olduğu yapımlar vardır. Parası pulu vardır daha önceden, bizim öyle bir durumumuz yoktu. Neredeyse kelle koltukta çektik o filmi.
Gerçek bir hayat hikayesinden alıntı değil mi?
Bir filmin ortaya çıkmasına neden olan kaynaklar değişik olabilir. Farklı yerlerden geliyor olabilir. Mesela bir karakterden esinlenirsiniz, bir durumdan esinlenirsiniz, bir konseptten esinlenirsiniz. Her defasında bütün bunları bir araya getirebilecek formülleri, dengeleri kurmanız lazım. İşin de ince tarafı belki de budur. Ben Tabutta Röveşata için esinlendiğim karakteri yazma süreci içerisinde değiştirdim. Birebir hayattaki insanın alınıp oraya yapıştırılması biçiminde bir şey söz konusu değildi. Hatta başka bir örnek daha vereyim. Az önce sözünü ettiğimiz Nokta filmini yaparken yine Konya’da gerçekleşmiş bir tarihi yazma eser hırsızlığından etkilendiğimi söylemem lazım. Konya’daki bir kütüphanede olan, eskiye ait çok değerli yazmaların çalınması gerçekten vuku bulmuştu, o esin kaynaklarımdan birisidir. Yani gerçek hayatta olmuş-bitmiş olayları alırım. Bunlardan esinlerim ama onları daha sonra kurmacanın kendisine ait kurallar çerçevesinde değiştirmeye de gayret ederim. Bunu da daha hakiki bir eser ortaya çıkarabilmek için yaparım. Çünkü bazen gerçekten aldığınız şeyler ve onları birebir aynı şekilde yansıtmaya çabanız hakikati tam anlamıyla yansıtmak konusunda yetersiz olabilir. Bu manada gerçeğin daha bütünsel ifadesi için bunu yaptığımı söylemem gerekiyor.
Nokta filminde Osmanlı hat sanatını ele aldım. Osmanlı hat sanatının kimi özelliklerini sinemaya nasıl aktarabileceğim konusu üzerine düşünmeye başlamıştım. O filmimde seçtiğim mekan Tuz Gölü’ydü, boş bir beyaz sayfayı andırıyor.
Genç sinemacılara, sinema meraklılarına tavsiyeleriniz nelerdir?
Heyecan çok önemlidir. Tekniği öğrenmek çok büyük bir zamanlarını alacağını zannetmiyorum. Hikâye anlatmayı öğrenmek gerekiyor. Bir de hikâye anlatmayı öğrenirken de bir perspektife sahip olmak gerekiyor. Perspektifi olmayan insan uzun döneme yayılan bir sinemacı, yönetmen olamayabiliyor. Çok uzun bir kariyeri olamayabiliyor. Perspektifi olmayan bir adam bir süre sonra hikâye bekleyen adam yerine düşebiliyor. Şuradan bir arkadaşım gelse de bana bir hikâye anlatsa da ben onu film yapsam gibi durumlara düşebiliyor. Hâlbuki perspektifle birleştirilebilen bir yaratıcılık çok daha sağlam, köklü ve temelli olur. İnsanın bilinçli ya da bilinçsiz bir perspektifinin olması gerektiğini düşünüyorum. Onun dışında bol hata yapmalarını istiyorum, öneriyorum. Çünkü sinema yapmayı öğrenmenin yollarından bir tanesi pratik yapmaktır. Ve pratik yaparken de insan ister istemez hata yapar. Ama hata yapmaktan korkarsanız pratiğiniz gelişmez, işte bu da bu işin paradokslarından bir tanesi. Nasıl hatalar yapayım ki daha ince, daha güzel hatalara gidebileyim diye düşünmeliler. Çünkü hata bazen sizi öyle bir yere götürür ki oradan çok enteresan bir şey çıkarırsınız. Ama bu hataları yaparken de ne kendinizi, ne etrafınızı kavurmadan yapacaksınız o hataları. Suya atlamak gibidir, yüzmeyi öğrenmek gibidir sinema yapmak. Kendini suya atarsın ama öyle bir yere atarsın ki boğulursun orada. Uçsuz bucaksız bir yerdesindir, orada kendini suya atmamam lazım, kıyıda bir yerde atman lazım ki en azından çok yorulduğunda tekrar çıkabilesin. Dolayısıyla insan hata yaparken kendini ve başkalarını kavurmayacak, sonunu getirmeyecek hatalar yaparak yoluna devam etmenin yolunu bulmalıdır.
Yeni projeleriniz var mı?
Balık diye yeni bir film yaptık. Önümüzdeki Ekim ya da Kasım gibi gösterime girer diye tahmin ediyorum. İnsanın doğa ve çevre ile olan ilişkisinin konu edinildiği bir film. Bu manada insanoğlunun sahip olduğu önemli meselelerden birisini ele aldık. Çünkü bizim doğa ile olan ilişkimiz -eğer yanılmıyorsam- en önemli problemlerimizden bir tanesi haline geleceğe benziyor. Ekonomiyi de başka birçok şeyi de belirleyecek olan şey insanoğlunun doğaya olan yaklaşımı. Eğer gelişmekte olan bir ülkeyseniz doğa ile olan ilişkinizi çok fazla ön plana almadan daha çok yol, fabrika, köprü peşine düşebiliyorsunuz. Ancak Amerika, Japonya, Almanya gibi ülkelerde -ki onlar da gelişmelerini sözüm ona tamamlamış ülkeler oluyorlar- doğaya ilişkin daha farklı bir tavrın gerekliliği gündeme geliyor. Ama o tavrın da gündeme gelmesi ancak ülkenin gelişmişliğini tamamlaması sayesinde belirebiliyor. Bu durumda da çoğu zaman atı alan Üsküdar’ı geçmiş oluyor. Bizim ülkemizde de şimdi, şu an bu konular ile ilgili bir duyarlılık oluşturmanın iyi olduğunu düşünüyorum. Çünkü doğa ile ilgili filmler olursa, doğaya daha farklı yaklaşmanın mümkün olduğuna dair bir farkındalık gündeme getirilirse, özellikle gençler arasında bu artarsa, hepimizin hayatı daha da zenginleşecektir. Sanatın amaçlarından bir tanesi de hayatı daha zengin kılmaktır.