Doğu ezik ve mağluptur. Rahat değildir. İşini –kelimenin gerçek anlamıyla- profesyonelce yapmaktan, hele işinden keyif almaktan çok uzaklardadır. En büyük derdi ve ihtiyacı yenmektir.
Geçenlerde televizyonda Avrupa liglerinden birinin maçını seyrediyorum. İki ünlü takım karşı karşıya geliyorlardı. Ünlü dedim ama Real Madrid, Barcelona, M. United kadar değil, ortalama futbol takipçisinin kadrolarından birkaç oyuncu sayamayacağı takımlar bunlar. Çok erken bir golle ev sahibi öne geçti. Tıklım tıklım tribünler şen şakrak… Çok geçmeden deplasman takımı önce beraberliği yakaladı, sonra bir penaltı golüyle de galibiyeti… Penaltıyı atan futbolcu kaçıracağına dair en ufak bir endişe emaresi göstermeden geldi, vurdu ve topu ağlara gönderdi. Klasik bir yan pas veriyormuşçasına. Oyun bir süre bu skorla devam etti, sonra ev sahibi takımdan genç bir futbolcu çizgiden arka direğe bir orta kesti, başka bir takım arkadaşı güzel bir kafa vuruşuyla yeniden eşitliği sağladı.
Son derece sıradan bir maçta her zaman olabilecek enstantaneleri ne diye anlattığım merak konusu olmuştur. Evet, her şey çok normal. Ama ileri bir Batı ülkesinde normal. Bizde maçın seyri böyle mi olurdu acaba? Birbirine denk iki takımdan biri erken bir golle öne geçse, mağlup duruma düşen takımda moral çöküntü yaşanabilir, maçta tansiyon yükselebilir, o sıralarda verilecek bir penaltı her halükârda yoğun tartışma konusu olur, penaltıyı kullanacak oyuncu hayatının en kritik imtihanına giriyormuş gibi ayakları titrer (çünkü atamadığı takdirde bir hafta boyunca tükürük hokkasına çevrilecektir). Mağlup durumdaki takım iki gol atarak öne geçse, rakip tribünler uğuldamaya-homurdanmaya başlayacaktır, oyuncular hırçınlaşacaktır, hakem kontrolü sağlayamayacak ve maç çığırından çıkacaktır. Hâlbuki yazının başında anlattığım maçtaki oyuncular, kendi aralarında toplanıp zevkine halı saha maçı yapan bir grup arkadaş gibi rahat oynuyorlardı.
Batının, seküler anlamda her açıdan doğuya asırlardır süren üstünlüğü, Doğu’nun sosyo-psikolojisinde derin ve olumsuz etkilere yol açmıştır. Doğu ezik ve mağluptur. Rahat değildir. İşini –kelimenin gerçek anlamıyla- profesyonelce yapmaktan, hele işinden keyif almaktan çok uzaklardadır. En büyük derdi ve ihtiyacı yenmektir. Ayrıca yendiği zaman kahraman olacağını, yenildiği zaman da tefe konulacağını çok iyi bilmektedir, çünkü milyonlarca insan da kendisiyle birlikte yenecek ya da yenilecektir. Ve o milyonlar da Doğuludur.
Batı, her alanda olduğu gibi futbolda da bugünkü seviyesine eğitim ve kültürle gelmiştir. Futboldan biraz anlayan biri rahatlıkla fark edebilir ki, batı ülkelerinde başarıyla top koşturan pek çok futbolcu, çok da yetenekli olmamasına rağmen aldığı eğitimin kalitesi sayesinde büyük kulüplerde futbol oynamakta, hangi pozisyonda ne yapması gerekiyorsa büyük bir rahatlıkla yapmakta, mevkiinde hiç de sırıtmamaktadır.
Ben ta çocukluğumda bu eğitim farkını acizane görmüş, Türkiye’de eğitim seviye ve kalitesinin yükselmesiyle birlikte tıpkı batı ülkelerinde olduğu gibi futbolcular yetiştirileceğini ve onlarla farkı kapatabileceğimizi ümit, tahmin ve temenni etmiştim. Fakat hiç de öyle olmadı. Türkiye bugün birçok açıdan 30 yıl öncesiyle kıyaslanmayacak bir seviyede gerçekten. Fakat sporcu eğitim ve kalitesinde neredeyse zerre miktarı iyileşme yok. Neden acaba?
Doğu toplumlarının alışkanlıkları ve sosyo-psikolojik dezavantajları öyle 30-40 yılda değişebilir şeyler değildi(r) çünkü. Sporcuyu serada yetiştiremezdiniz, nasıl ve ne şekilde bir eğitim verirseniz verin yine bu toplumun içinde yaşıyorlardı. Hele toplumun bütününün bilinçaltında dimdik ayakta duran mağlubiyet hissini söküp atarak, kendileriyle barışık insanlar olabilmeleri hiç mümkün değildi. Gurbette doğup büyüyen futbolcularımız bu zihniyet dünyasından nispeten uzak oldukları için yabancı ülkelerde oynarken başarılı olabiliyorlar, Türkiye’ye transfer oldukları takdirde ise ilk zamanlar farklarını gösteriyorlar, bir süre sonra da ortama uyum sağlıyorlar, yine asıllarına (!) dönüyorlar.
Çözüm nedir? Bu ahval ve şeraitte “Belki de çözüm diye bir şey yoktur” demek geliyor içimden ama tabii ki çözümsüz değil problemler. Fakat çözüm 1982 sonrası Doğan Koloğlu’nun yazılarıyla başlattığı “hücum futbolu” adı altında futbolculara kuru sıkı motivasyon enjekte etmek de değil. O erken yenen bir golle göçüveriyor işte, kumdan kaleler gibi.