Ne hikmetse sporda şiddetin bir türlü sonu gelmez. Hâttâ bizde bir takımın taraftar grubu özellikle cilalanır, parlatılır, başta o camia olmak üzere bütün futbol kamuoyunun gözleri kamaştırılır. Gözler kamaşır, negatif enerji toprağa boşaltılır, fakat o takımın ilerleyen yıllarla birlikte rakiplerinden her alanda haylice geride kaldığı görülemez.
Geçmiş yazılarımdan birinde bir başka vesileyle örnek verdiğim bir olay vardı. Kolombiya Milli Futbol Takımı 1993 yılında oynanan bir maçta Arjantin Milli Takımı’nı deplasmanda 5-0 gibi tarihi bir skorla yenmiş, Kolombiya’daki kutlamalar esnasında 60 kişinin öldüğü haberi gelmişti. 1969’da iki Orta Amerika ülkesi olan El Salvador’la Honduras, bir futbol maçı sonrası bir hafta kadar resmen savaşmışlardı. Ondan iki yıl kadar önce de Türkiye’de Kayserispor-Sivasspor maçında çıkan olaylarda resmi rakamlara göre 40 kişi ölmüş, büyük olaylar çıkmıştı.
Dikkat edilirse bu tür hadiseler az gelişmiş ülkelerde çıkıyor, nadir istisnalar hariç müreffeh ülkelerde böyle bir şeye rastlanmıyor. Bırakın savaşı, kavgayı gürültüyü filan, adamlar hakemin bariz bir yanlışıyla Dünya Kupası’ndan eleniyor da gıkları çıkmıyor. Neden? Çünkü onlar hayat savaşında galipler. Yeşil sahalarda olan biten onlar için sadece keyif alınası bir oyun, gerçek hayatta yenemediklerine atılacak öfkeli bir tekme değil.
Bir ülkede ne kadar fazla etnik, ekonomik, siyasi, dini, sosyolojik problem varsa futbola o kadar fazla anlam yüklenir, futbol o kadar önemsenir. Futbola ölüm kalım mücadelesi gözüyle bakılır. Güçlü Arjantin’i bozguna uğratan Kolombiya belki de temsili olarak kendilerini hayattan bezdiren uyuşturucu baronlarını yenmiştir de sevinçten çıldırmıştır, kim bilir… Sivaslılar şehir ekonomilerine hâkim olduklarını düşündükleri Kayserilileri sahada yenmek istemişler, yenemeyince de büyük olaylar çıkmıştır. Hakeza El Salvador’la Honduras’ta da aynı durum söz konusudur.
Yukarıda tespit etmeye çalıştığımız gibi sosyal hayatı problemli olan ülkelerde spor (özelde futbol) kaynaklı şiddeti tamamen önlemenin imkânı yoktur, hâttâ ülkeyi yönetenler halk üzerinde biriken negatif enerjinin bu şekilde toprağa verilmesini (!) nispeten daha az zararlı bulabilirler. Yoksa polisin bir takımın bütün holiganlarını evlerinden toplaması 24 saati geçmez. Bir kulübün yönetimine ne kadar düzgün insanlar gelirse gelsin, taraftar gruplarının az ya da çok korunup kollanmasının esbab-ı mucibesi budur. Onların şerrinden korktuklarından değil. Ülkeyi yönetenlerin sosyal problemleri çözene kadar -çözmek gibi bir dertleri varsa tabii- yüksek voltajlı negatif enerjiyi toprağa vermek çok daha akıllıca bulunur. Çok çok da paratonerin ucu yanar. O da çok büyük bir kayıp sayılmaz.
Tabii bu mekanizmanın varlığı ve işleyiş sistemi açıktan dile getirilmez. Onun yerine karşılıklı centilmenlik mesajları verilir, holiganizm kınanır, lanetlenir falan filan. Ancak ne hikmetse sporda şiddetin bir türlü sonu gelmez. Hâttâ bizde bir takımın taraftar grubu özellikle cilalanır, parlatılır, başta o camia olmak üzere bütün futbol kamuoyunun gözleri kamaştırılır. Gözler kamaşır, negatif enerji toprağa boşaltılır, fakat o takımın ilerleyen yıllarla birlikte rakiplerinden her alanda haylice geride kaldığı görülemez.
Fakat bize özgü bir tuhaflık olsa gerek, bu taraftar grubu siyasi hareketliliğin yaşandığı bir zaman diliminde açık bir kalkışmanın koçbaşı olarak bile kullanılmıştır. Gülhane Parkı’ndaki ceviz ağacının aksine, kendileri hiçbir şeyin farkında değildir de polis bütün olan biteni görmektedir. Yani bu taraftar grubu sosyal zararı minimize edeceğine büsbütün başka dertlere yol açmıştır.
Çünkü sosyolojik hadiseler matematik disiplinle açıklanamaz, yönlendirilemez. Bu işlerde determinist politikalar sökmez. “En fazla paratonerle kurtarırız” dersiniz ama bir bakmışsınız ki köy yanıyor. Formülünüze fazla güvendiğiniz için yangına tedbir almamışsanız, o zaman vay halinize…