Türkiye’de rejimin kendini üretmesi için tercih ettiği kanallar nedeniyle futbol taraftarlığı sürekli kutsandı, güya baş tacı edildi. Ne yaptıysa mazur görüldü. Vurdu, kırdı, bedava bilet aldı ve karaborsa fiyatına sattı. Cinayet bile işledi. Bütün bunlar görmezden gelindi. Kendisine sürekli dünyanın en ateşli, en etkili taraftarı olduğu ninnisi söylendi.
Geçtiğimiz günlerde gazetelerde gördüğümüz bir habere göre, Almanya’nın Borussia Dortmund kulübü 54 bin kombine bilet satmış ve daha 35 bin müracaat olmasına rağmen satışları durdurmuş. Kulüp, sadece kombine bilet satışlarından 20 milyon Avro gelir elde etmiş. Haberde diğer Alman takımlarının da benzer durumda olduklarını, Bundesliga’ya yeni çıkan Fortuna Düsseldorf’un bile şimdiden 30 bin bilet sattığı ifade ediliyor.
Biz böyle bir manzarayı hayal bile edemiyoruz ne yazık ki. Almanların bu tavırları başarıyla paralel bir davranış değil, çünkü Dortmund kulübü birkaç yıl önce küme düşme hattında boğuşurken de aynı sayıda kombine satıyordu, 80 bin kişilik stadı amiyane tabirle ful çekiyordu. Bizde lige verilen aralarda bile spor gazeteleri ciddi tiraj kayıplarına uğruyor, kulüplerin kombine satışları yapılan transferlerin yaydığı ışık miktarına göre değişiyor. Bu yüzden medya kulağı kirişte yeni bir transfer haberi bekliyor, gelenleri de olduğundan daha parlak göstermeye çalışıyor. Daha parlak görünsünler ki, taraftar (yani müşteri) para harcamaya başlasın, çark da dönmeye…
Bizim çocukluk ve ilk gençlik yıllarımızda futbolla ilgilenmek kültür seviyesi düşük insanlara mahsus kabul edilir ve entelektüel kesim tarafından hafif tertip küçümsenirdi. Futbola ilginin daha çok geri kalmış ülkelerde yaygın olduğu, ileri sanayi ülkelerinde böyle bir şeyin olmadığı iddia edilirdi. Günümüzde bu görüşün doğru olmadığı açıkça ortaya çıkmış bulunuyor. Geri kalmış ülkelerde futbola ilgi yine fazla, ancak yukarıda örneklemeye çalıştığımız durum Avrupa’nın bütün ülkelerinde aşağı yukarı aynı. İngiltere, Fransa, Hollanda, İspanya… Diğerlerine göre biraz gariban kalan İtalya’da ise birçok maçlarda boş tribünlere şahit oluyoruz.
Yetmişlerin sonlarıyla seksenlerin başında gerçekten Avrupa ülkelerinde -oynanan futbol yine üst düzey kalitede olmasına rağmen- futbola ilgi düşüktü. 1982 Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası finali Almanya’nın Bayern Münih takımıyla İngiltere’nin Aston Villa takımı arasında Hollanda’nın Rotterdam şehrinde oynanmış ve organizatörler her iki takımın taraftarlarını kale arkalarında ağırlamışlardı. Diğer bölümlerde ise ciddi boşluklar göze çarpıyordu. Yıllar sonra 2005’e geldiğimizde ismi ve formatı değişip Şampiyonlar Ligi olan kupanın finali İstanbul Olimpiyat Stadı’nda İngiltere’nin Liverpool takımıyla İtalya’nın Milan takımı arasında oynanıyor, maçtan günler öncesinde İngiliz taraftarlar Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde el ilanıyla maça bilet arıyorlardı.
Kolaylıkla tahmin edebileceğiniz gibi aradan geçen yıllarda köprünün altından çok sular akmıştı. 1985’te yine aynı kupanın finalinde Belçika’nin Heysel stadında yaşanan faciadan sonra futbolun patronları çok sert ve radikal tedbirler aldılar, futbolsever profilini ciddi manada değiştirdiler. Futbolsever profilini değiştirmek için futbolun da profilinin değişmesi gerekiyordu tabii, onu da göz ardı etmediler ve futbol eskiye nazaran çok daha tempolu, kaliteli ve seyir zevki yüksek bir düzeye geldi. Bunun için de kaleciye geri pasın yasaklanması, yıldız futbolcuların sert ve kasıtlı darbelerden korunması gibi tedbirlere başvuruldu. Hâttâ 1994 Dünya Kupası finallerinde hakemlere verilen talimat neticesinde en ufak bir temasta bile faul verilmeye başlanınca eski teknik direktör Coşkun Özarı bundan şikayetçi olmuş ve futbolda fizik güce dayalı mücadelenin yok sayılamayacağını iddia ederek “bu oyun basketbol gibi bir şey oldu” demişti.
Türkiye’nin bu büyük değişim-dönüşüm sürecinin neredeyse tamamen dışında kaldığını fark etmişsinizdir. Tabii ki aynı yerde durmadı Türk futbolu, önemli gelişmeler gösterdi ama bu spor dalında ileri gitmiş ülkelerle boy ölçülebilecek düzeye yaklaşamadı bile. Bunun hem sebebi hem de sonucu olarak, futbolsever diye adlandırılan kesim ise neredeyse yerinde saydı, hâttâ geri gitti. Çünkü Türkiye’de rejimin kendini üretmesi için tercih ettiği kanallar nedeniyle futbol taraftarlığı sürekli kutsandı, güya baş tacı edildi. Ne yaptıysa mazur görüldü. Vurdu, kırdı, bedava bilet aldı ve karaborsa fiyatına sattı. Cinayet bile işledi. Bütün bunlar görmezden gelindi. Kendisine sürekli dünyanın en ateşli, en etkili taraftarı olduğu ninnisi söylendi. Öyle olunca da futbolsever (aslında taraftar) doğru istikamette olduğunu sandı. Kendini geliştirmek, profilini değiştirmek için hiçbir çaba sarf etmedi. Neticede oyuncağı elinden alınınca ağlayan, verilince gülmeye başlayan çocuk düzeyinde kaldı Türkiye’deki futbolseverlik. Takımı galip gelince omuzlarına aldı, mağlup olunca kaldırdı attı. Bu hastalıklı durumu kısmetse başka yazılarda analiz etmeye devam ederiz. Bu değişmez, değiştirilemez bir durum değildir.