
Sırtınıza bir forma geçirip maç izlemeye gittiğiniz ya da sokağa çıktığınız zaman, kimse size etnik, dini ve/veya coğrafi kimliğinizi sormamaktadır. Toplumdaki pozisyonunuz ne olursa olsun, o forma sayesinde bir profesör, pop star ya ünlü bir iş adamıyla eşitlenmektesinizdir. Ve ne yazık ki ülkemizde sınıf atlamanın daha pratik, daha pragmatik, daha gerçekçi bir yolu yoktur.
Avrupa’nın çoktan üstesinden geldiği futbolda şiddet problemi bizde pek sorgulanmaz. Üstüne gidilmez, geçiştirilir. Büyük maddi hasar meydana gelir, hâttâ statlarda bıçakla adam öldürülür, ancak sanki son derece sıradan bir ölüm hadisesi gibi unutulur. “Üç-beş kendini bilmezin taşkınlıkları bütün bir camiaya mâl edilemez” klişesiyle ortam yumuşatılır, sonra gündem değişir gider. Gerçi bu durum şehirden şehre fark eder, ama o mecraya girersek çıkamayız, yazının hacmi yetmez. Kısmetse bir başka yazıya.
Neden böyledir? Çünkü insanların fiziksel ve zihinsel enerjileri mümkün mertebe zararsız kanallara yönlendirilmeli, zararlı kanallara gitmemeli ki toplumda huzur olsun, ülke sağlıklı bir şekilde yönetilebilinsin. Bu enerji, gelişmiş ülkelerde mümkün mertebe zararsız değil, yararlı kanallara yönlendirilebildiği için o ülkeler gelişmiş ülkeler sınıfındadırlar. Futbolda şiddet olgusunu da bu yüzden pek zorlanmadan bertaraf edebilmişlerdir.
Meselenin bir başka ve yukarıda izah etmeye çalıştığımız enerji politikaları (!) kadar önemli bir boyutu daha vardır. Biraz yakından bakıldığında, bizde futbol sevgisi değil takım taraftarlığı olduğu görülür. Bir takım, ligde iddiasını kaybederse o takımın taraftarı maçı tribünden de izlemez, televizyondan da izlemez, gazetesini de almaz. Bu, kendini mağlup hisseden toplumlara özgü bir davranış kalıbıdır. Yaşı müsait olanlar hatırlar, 5 Eylül 1993’te Buenos Aires’te Arjantin ile Kolombiya milli takımları arasında oynanan Dünya Kupası eleme maçında Kolombiya güçlü rakibini 5-0 mağlup edince ülke sevinçten çıldırmış ve futbol (hâşâ) tanrısına 60 kurban vermişti. Öte yandan İngiltere’nin iki kez Şampiyon Kulüpler Kupası’nı (Şampiyonlar Ligi’nin atası) kaldırmış takımı Nottingham Forest 1992-93 sezonunun son maçında alt kümeye düştüğü zaman tribünleri dolduran taraftarları alkışlarla uğurlamıştı takımını. (Türkiye’de böyle bir manzara düşünebiliyor musunuz?)
Çünkü İngilizler “galip”ti. Yabancı dil öğrenmeye ihtiyaç hissetmeden dünyanın her yerinde derdini anlatabilecek insanlardı onlar. Yabancı kökenli kelimeleri dillerinden ayıklamaya gerek duymadan onları kendine mâl eden, hâttâ bunu gurur vesilesi olarak gören, resmi açıdan çekilmiş olsa bile dünyanın her yerinde bir şekilde sözünü geçiren, istediğini yapan ve yaptıran bir millet. Dünya Kupası finallerinde çizginin yarım metre içine vuran topları gol sayılmıyor ama gıkı çıkmıyor adamların. Buna mukabil, Premier Leage adı verilen ligleri dünyanın marka değeri en yüksek ligi. Bütün futbolcular oynamak, bütün teknik adamlar görev yapmak için can atıyorlar orası için. Heyecan var şiddet yok, rekabet var baskı yok, para var şike yok.
Yazının başındaki enerji politikaları hakkında iki satır daha kelam edelim. Devlet otoritesi örneğin siyasi konularda masum gösterilere bile son derece sert yaklaşırken, neden futbolda şiddet bu kadar yüksek bir müsamahayla karşılanmaktadır? Çünkü futbolsever (aslında takımsever) kanaatkârdır, şampiyonluktan öte bir şey istememektedir. Ona da bu sene kavuşamazsa birazcık öfkelenip sağı solu dağıtacak, çok geçmeden bomba transfer haberleriyle gözleri kamaşacak ve başka bir şey görmez olacak, sonra da bir sonraki sezona kendini kaptırıp gidecektir. Şampiyonluktan gayrı beklentisi olmayan insanların verdiği-vereceği maddi hasar, siyasi amaçlara hareket eden insanların tehlikeli talep ve beklentileriyle uğraşmaktan çok daha ehvendir ne de olsa.
Böylece birkaç kuş birden vurulmaktadır. Hem kitlelerin ilgi ve dikkatleri boş ama zararsız alanlara çekilmekte, hem de absorbe edilen enerjinin ülke yönetimini zorlaştıracak alanlara yönelmesinin önüne geçilmektedir.
İnsanların futbola olan hastalıklı ve saplantılı ilgisinin bir tür mağlubiyet hissinden kaynaklandığını acizane tespit etmiştik. Buna bağlı olarak bir başka sebep daha vardır, o da sosyal statü sorunu. Sırtınıza bir forma geçirip maç izlemeye gittiğiniz ya da sokağa çıktığınız zaman, kimse size etnik, dini ve/veya coğrafi kimliğinizi sormamaktadır. Toplumdaki pozisyonunuz ne olursa olsun, o forma sayesinde bir profesör, pop star ya ünlü bir iş adamıyla eşitlenmektesinizdir. Ve ne yazık ki ülkemizde sınıf atlamanın daha pratik, daha pragmatik, daha gerçekçi bir yolu yoktur.