Ahmet Murat adı ile ne sebeple tanışmış olursanız olun kalbinizde hemen bir muhabbet hasıl olacaktır. İster bir şiirini okuyun, isterseniz onu ekranlardan izlemiş olun adam gibi bir adamdır Ahmet Murat. Yazan insanların, sanatçıların hakikat sularında yüzmelerine rağmen neden mütevaziliği elden bıraktıkları noktasında sorular sorduk Ahmet Murat’a. Çünkü sorduğumuz gibi “Hem mahallenin mütevazi abisi, hem şair...” Modern bir şiir yazıp derviş kalabilmek… Bunu nasıl başarıyor? Verdiği cevapları okuyunca hiç fark etmediğiniz bir noktanın aydınlandığını hissedeceksiniz zihninizde. Ayrıca Ahmet Murat’ın doksan kuşağının diğer ğairlerinden farkını da fark ettirmek istiyoruz. Eleştirdiği dünyanın nimetlerine kavuşunca duruşunu, yiğitliğini kaybetmeyen Karaman’lı şair ağabeyimiz o. Az yazıyor öz yazıyor, çayı seviyor. “Hepimizden biri işte(!)”
Ben sizi tanıdıkça şiir yazıyor olmanıza inanamamıştım. Şair nedense asi, bohem bir hayat süren insan olarak tahayyül edilir. Ki, tanıdığım şairlerle de bu biraz doğrulanmış oldu bende. Ama siz öyle değilsiniz. Hem mahallenin mütevazi abisi, hem şair, nasıl oluyor?
Şair ve bohem, şair ve asi… Bu tanımlar doğru. Hatta şöyle bir şey var benim gördüğüm: Rimbaud’nun hayatının rengârenk olması, hayatının belli bir isyanla örülü olması, onun şairliğinin daha çok fark edilmesine sebep oluyor. Yani şairliğinin altının çizilmesi bohem bir bakışla, isyanla, asilikle mümkün oluyor. Böyle bir şey var haklısın. Ama şöyle şeyler geliyor benim aklıma: Bir karikatür gördüm bugün seksenlerin ortaları, sonları gibi. O tarihlerde Türkiye’de yeni orta sınıfın doğuşuna dair bir karikatürdü. Şöyle bir insan türü ortaya çıktı o sıralarda: Sıradanlaşmaya karşı çıkan ve bunu da şekilden ibaret sanan, sadece şekil ve maddi düzlemde görünmeye çalışan insan tipi… Görünümle, imajla farkın altını çizen bir bakış açısının köpürtüldüğünü gördük. Karikatür şöyleydi: Kız, oğlanı masada gözü yaşlı bırakıyor ve kalkıp “seni terk ediyorum” diyor. Ardından “nedenini biliyor musun?” diyor ve şunu söylüyor: “çok sıradansın!” Ve karikatür karesinin içindeki tiplerin her biri saçlarıyla, görünümleriyle sıradan olmadıklarını gösteriyorlar ve bizim masadaki adam çok sıradan(!) kalıyor ve kız onu terk ediyor. Bu olay bana çok manidar geldi. Evet, sıradan olmamaya çalışıyoruz hepimiz, hepimiz superman olmaya, hepimiz birer kahraman olmaya, hepimiz “kimseye benzemeyen” olmaya çalışıyoruz. Ancak bu insan tipinin omuzlarına kahramanlık vazifesinin ağırlığı yüklendiği anda biz onu savaş meydanında göremeyeceğiz. Çünkü o sadece –mış gibi yapıyor. Kahraman-mış gibi davranıyor. Superman kostümünü giymek istiyor. Orijinal gibi görünmek istiyor. Çok basit bir soru: Gerçekten orijinal olmak, sıradan olmamak bu günün dünyasında, bu günün modern albenili dünyasında nasıl mümkündür? Bunun birkaç cevabı vardır ama cevaplarından bir tanesi şudur: Bu dünyaya gönül vermemekle mümkündür… Bu büyük, müthiş bir kahramanlıktır. İnsanın dünyayı gönlünden çıkarabilmesi, bu dünyanın bütün işvesine, nazına, çekiciliğine rağmen direnebilmek…
Yani bugün dünyayla aramıza sadece “mesafe koymak” bile kahramanlık için yeterli olabiliyor öyle mi?
Tabi ki. Bugünün dünyasında bu dediğimi önermek çok zor. Elimiz, kolumuz, hatta ayaklarımıza kadar bu dünyanın zevkine, safasına, imajına, albenisine batmış olalım ve aynı zamanda biz orijinal ve özgür bireyler olalım… Böyle bir şey yok, olamaz. Çünkü bunlar öğretilmiş, bunlar tevarüs edilmiş özgürlüklerdir. Ekranlardan, dergi sayfalarından taşırılmış, köşe yazarları tarafından bize zerk edilmiş özgürlük dayatmaları; ve dolayısıyla kesinlikle bunlar özgürlük değil. Evet; bugün, orijinal olmamak orijinal olmanın ta kendisi! Yani bugün sıradan olmak sıradan olmamanın ta kendisi. Geleneksel dünyada sokaktaki insan nasıl bir insandır? Sıradan bir insandır. Ehl-i sünnet, dindar bir insandır. İşte bugün böyle biri olmak sıradan olmamaktır. Çünkü öteki türlü bütün o özgürlük retorikleri, bütün o nutuklar artık tamamen birer giyilebilen giysiden, kostümden ibaret. Bir gsm operatörünün “özgür kız” modeli vardı hatırlarsan. O kızın özgür olabildiğini söyleyebilir miyiz? Kesinlikle mümkün değil. Çünkü o kız trendy” bir kızdı.
Sadece cep telefonu imgesi bile onun özgürlük alanını daraltan bir imge…
Kesinlikle. Bugün cep telefonu kullanmayan insan özgür insandır bile diyebiliriz. Yani, asi olmamak, bohem olmamak, bunlar benim önüme bir ideal olarak koyduğum şeyler. Müslüman insanlar olma iddiasındayız ya: Bu iddiayı sürdürdüğümüz sürece bizim şöyle bir hedefimiz var önümüzde benim gördüğüm: Hz. Ali Efendimiz diyor ki: Kuran-ı Kerim’in tamamı Fatiha suresinde, Fatiha’nın tamamı besmele’de, besmelenin tamamı, be harfinde, be’nin tamamı da noktada mimlenmiştir diyor. Yani Kuran-ı Kerim’in tamamı aslında bir noktada gizli. Şimdi şöyle düşünelim: Büyük mü’min, büyük iman ideali ne oluyor bu durumda? Nokta olmak… Noktaya girmek, noktaya sığmak. Arifler bunun üzerine çok konuşmuş ve kitaplar yazmışlardır. Nokta üzerine şerhler yazmışlardır. Be harfinin sembol ve dizini üzerine açıklamalar yapmışlardır. Arifler diyorlar ki: Nokta, be’nin altında olduğu için önemlidir. İnsan-ı Kâmil kimdir? İnsan-ı Kâmil, Kuran’ın ikiz kardeşidir. Dolayısıyla, Kuran’ın ikiz kardeşi olmak aslında bir yerde nokta olmak anlamına da geliyor. Biz, önümüze koymamız gereken iman ideali çerçevesinde, -kariyer planlaması vardır ya, acayip bir şeydir o gerçi- önümüzde böyle bir planlama ile nokta olmak gibi bir gayret içinde olmalıyız. Dolayısıyla bohem bir şair tipi, çok modern, çok albenili, çok sinematografik, çok fotojenik bir şeydir.
Geçen Zarifoğlu’nun bir röportajını okudum. Nasıl başladınız şiire? diye soruluyor. “Durup dururken” cevabını veriyor. Siz nasıl başladınız?
(Gülüşmeler) Benimki arkadaş zoruyla oldu. Bir arkadaşım vardı İbrahim isminde. Solcu bir arkadaştı. Şiirler yazıyordu ve sınıfta da okutacak kimse bulamıyordu. Ben sınıfa sonradan geldim ve tanıştık. Baktım çocuk ağrı dağı efsanesinin ilk üç sayfasını ezberlemiş ve okuyor. Yaşar Kemal’i çok seviyor ve ondan pasajlar ezberlemiş, bir yandan da şiirler yazıyor. İbrahim’in bana ilginç gelen bir başka yönüyse babasının gardiyan olması. Yani bir sosyalist çocuk düşünün ve babası hapishanede gardiyan.
(Gülüşmeler) O zamanlar şiirde neoepik var mıydı?
Hayır henüz yoktu. Doksanların başıydı. Aylarca dinledim onu. Bende ona birtakım şeyler anlatıyordum.
Sonra, “sen niye yazmıyorsun” mu dedi?
Öyle oldu sayılır. Beni yazabileceğime ikna etti. Zaten o kanaat bende oluştu. O kadar çok şiir görüyordum ki. Zaten şiir okumaları da yapıyordum. İsmet Özel’in Erbain kitabı çıktığında ilk baskısını almıştım. Cahit Zarifoğlu’nun korku ve Yakarışı’nın Akabe baskısı vardı bende. Rahmetli babamdan kalma Diriliş dergileri, Mavera dergileri elimde olduğu için modern şiirin farkındaydık. Çok derin okumalar yapmamış olsam da bir şeyleri fark edebiliyordum. Şiirle haşır neşir olmaya başladıkça, okudukça, baktım ki; kuru bir kalabalık da var şiir dünyasında. Bunların bir çoğunu ben daha iyi yazabilirim diye geçirdim içimden. Bir şiir yazdım, Bursa’da çıkan bir dergiye gönderdim ve yayınlandı. Başka bir şiir yazdım yine ve Murat Kapkıner’in Varide dergisine gönderdim. Yayınlandı. Ancak bana “Ahmet Murat ismi bize müstear bir isim gibi geliyor siz kimsiniz?” dediler. Atladım Konya’ya gittim tanıştık. İlk şiirlerim böyle yayınlanmasaydı hevesim belki kırılabilirdi.
Yaş kaçtı o sıra?
Yirmi falan.
Şiir için nasıl bir yaş?
Rimbaud yirmi yaşında çoktan şiiri bırakmıştı bütün şiirlerini ortaya koyarak. Erken bir yaş değil. Dikkat edersen bizim kuşaktaki, yani doksan kuşağındaki adı anılır şairlerin büyük kısmı şiire o yaşlarda başlamışlardır. Çünkü biz şöyle bir ortamdan geliyorduk: Türkiye seksenlerin sonunda yoğun siyasi tartışmaların içindeydi ve bizde bu durumun içindeydik. Türkiye’de basılan kitaplar -bizim camiada- fikrî, ideolojik kitaplardır.
Geleneksel dünyada sokaktaki insan nasıl bir insandır? Sıradan bir insandır. Ehl-i sünnet, dindar bir insandır. İşte bugün böyle biri olmak sıradan olmamaktır.
Ve bunların birçoğu tercümeydi değil mi?
Aynen öyle. Onları okumakla meşguldü bütün okur-yazarlar. Dolayısıyla siyasetten sanata geçmek mümkün olmuyordu.
Görüyoruz ki doksan kuşağı, doksanların ortalarına doğru eserlerini vermeye başlıyor. Önünüzde “üstad” sayabileceğiniz kim vardı? Kimi görerek heveslendi bu kuşak?
İsmet Özel… Denemeler yazıyordu İsmet Özel ve biz o denemeleri okuyorduk. Hatta ben ortaokuldayken matematik öğretmenim bana “İrtica Elden Gidiyor” kitabını hediye etmişti. İsmet Özel’i ben şahsen önce denemelerinden okudum. Biz onun üzerinden modern şiirler bir irtibat noktası bulduk.
(Gülüşmeler) İsmet Özel’in denemeleri fena halde kışkırtıcıdır zaten…
Evet, denemelerinde kışkırtıcılık var. Mesela, Ali Şeriati’yi okudum büyük oranda, istifade ettiğim şeyler de oldu. Fakat bir kitabını okuduğum zaman, oradaki siyasi yazıların, siyasi kitapların, ideolojik yarılmanın yerine aslında; tekrar geleneğe dönmek gerektiğini, tekrar sanata dönmek gerektiğini, daha derin bir damara tutunmak gerektiğini fark ettim. O da şudur: “Kebir” diye otobiyografik özellikleri olan bir kitabı var Ali Şeriati’nin. Kitaplarından en geç çevrilen kitabıdır bu. O kitabı okuduğum zaman, bütün o tartışmalara, bütün o siyasi ve ideolojik yarılmaya bakışım değişti. Çünkü orada insan olmak üzerine, ruh ve kalp üzerine, insanın dünyadaki yalnızlığı üzerine bir kitap buldum. Ben böyle bir şey beklemiyordum. Ben kavga eden, slogan atan, örgütleyen, teşkilat kuran bir ideolog bekliyordum. Kırk yaşında da öldürülen bir adam biliyordum ben. Ama karşıma bir anda yalnız, dünyanın çok tuhaf, çok anlaşılmaz olduğunu anlatan bir adamla karşılaştım.
Bir “mustaz’af”…
Kesinlikle. Ama orada, siyasi ve ideolojik göndermelerinden bağımsız bir mustaz’af gördüm. Yani “biz Müslümanlar dünyada eziliyoruz, biz perişan durumda olan mustaz’aflarız” diyen değil, Sartre’a atıfta bulunan, insanın bu dünyadaki yolculuğunun çok gariban, çok yalnız ve çok çileli bir yolculuktur. İnsan bu dünyada çöldeki bir seyyah gibidir.
Doksan kuşağı şiirde daha atak, aksiyona dönük bir dil oluşturdu değil mi?
Ataktı ve iyi şairler çıkardı doksan kuşağı. Yekpare birbirine benzeyen bir kuşaktan bahsedilebilir mi bilmiyorum ama yan yana bazı isimleri koyduğumuz zaman epey bir şey ediyor.
Birkaç isim saysak?
Hadi sayalım o zaman birkaç tane. Yakın olduğum, aynı dergide yazdığım şairlerden hareketle bunları söylemeye çalışacağım. Mesela, İbrahim Tenekeci, Hakan Arslanbenzer, Hüseyin Akın, Hakan Şarkdemir, Levent Sunal, İsmail Kılıçarslan, Ayhan Kurt, Hayriye Ünal, Ali Ayçil, Celal Fedai, Murat Güzel, Suavi Kemal olarak sayabilirim.
Genellikle şairler kendilerinden başkasının şiirini beğenmez, haksız mıyım?
Benim sevdiğim şairler var ve ben onlara hep gıptayla baktım. Onların şiirlerine kendi şiirlerimmiş gibi sahip çıktım, kendim yazmış gibi sevinirim böyle şiirleri. Ama şöyle bir şey de var: Çok kalabalık bir ortam olduğu için şiir ortamı, çok şair ve dergi, akıp giden binlerce dize olduğu için belli bir kriterle yola çıkmak lazım.
Sartre “Şairler, dili kullanmayı reddeden kişilerdir.” diyor. Ne dersiniz?
Çok güzel bir söz. Bildiğimiz, alışageldiğimiz dil yetersizdir. Dolayısıyla bu dile teslim olduğun sürece dil seni kullanır. O dili dönüştürmek ve karşındaki açıklayamadığın durum için yeniden dizayn etmek zorundasın.
Çok teşekkür ederim.
Ben de teşekkür ederim.