
Alper… İyi dinleyicileri, müziğinin kalitesini anlata anlata bitiremezdi. Müziğine “ezgi” denmesine karşı çıkan Alper, “özgün müzik” ismini kullanıyor eserlerini tarif ederken. O da mutlaka bir tarif istenirse. Yoksa herkesin kendine has bir tarzı, sanatı, icrası vardır. Alper, bir sınıfa sokmayı kolayca beceremediğimiz, kendi tarifiyle “özgün” bir sanatçı. Kendisiyle müzik geçmişini, sanat hayatını ve yaşadıklarını, beklentilerini konuştuk…
Öncelikle müzik hayatınıza nasıl başladığınızı sormak istiyorum.
Öncelikle şunu söyleyeyim, ben de genç bir adamım. 83 doğumluyum. Kendimde müzikal yönümü keşfetmem, Kadıköy İmam-Hatip Lisesi’nde okuduğum yıllara denk geliyor. İmam Hatip Liseleri’nde hafızlar, adı konulmamış bir üstünlüğe sahiptirler. İkinci üstünlük, ya da statü de, ilahi korolarında öğrencilerdedir. Oradaki bir meslek dersinde, meslek öğretmenimin sorduğu soruya ben de parmak kaldırdım. O kaldırdığım parmak sayesinde bugün buradayım. Evimize, eski sohbet kasetleri gelirdi. Ben de onları kasetçalara takar ve kayıt tuşuna basıp üstüne ilahiler, türküler okurdum. Lise eğitimimden sonra, Üsküdar Musıki Cemiyeti’ne girdim. Aynı yıl işletme fakültesinde okumaya başladım. Cemiyette biraz daha profesyonelleşince konservatuvara gitme vaktimin geldiğini gördüm ve gittim. Lise yıllarımda gitar dersi almaya başlamıştım.
Müziğe başlarken bir amacınız var mıydı? Ya da sonradan oluştu mu böyle bir şey? Müslüman camia arasında politize olmuş bir müzik vardı mesela eskiden…
Müziğe ve hayatın birçok alanında, profesyonel olarak bir gayrete girdiğimizde kirlendiğimizi hissediyorum. İşin içine ticari kaygılar giriyor bir defa. Ki sağ olsun Marmara Müzik Şirketi ve başta Eşref Ziya olmak üzere bana çok destek oldu ve böyle meselelerle yüz göz etmedi. Parayla neredeyse hiç muhatap olmadık. Ortaokuldaki o ilahi söylemeye çalışan çocukla şimdiki halim arasında müzikal olarak tabi ki çok büyük fark var ama, hissiyat anlamında bunu çok söyleyemeyeceğim, artık tam manasıyla “profesyoneliz.” Profesyonellik çok güzeldir ama hissiyatlarınızı da yani manayı da büyütmezseniz, çok sıkıntı çekersiniz…
EZGİ, BİR MÜZİK TARZI DEĞİLDİR…
Peki, “ezgi” tanımına ne diyorsunuz, yaptığınız müzik “ezgi” mi?
Ezgi, bir müzik tarzı değildir bana göre. Ben özgün müzik demeyi tercih ediyorum. Ahmet Kaya’nın yaptığı müzikten hiçbir farkı yok müziğimizin. Söylediklerimiz farklı sadece. Kaya’nın, “Başım Belada” şarkısını Eşref Ziya besteleseydi ve söyleseydi bunu kim yadırgardı? Ki, onun da birçok öne çıkmış, çok dinlenmiş protest müzikleri vardır bilirsiniz. Konservatuvar mezunu bir bilirkişi olarak söylüyorum, ezgi diye bir müzik tarzı yok. Kendimizi tanımlamak için kullandığımız bir araç olmuş bu kelime doksanlı yıllarda. O zamanların verdiği bir azınlık psikolojisi ile, siyasi hava ile adı böyle konulmuş.
Genel Yayın Yönetmenimiz M. Lütfi Arslan’ın konferanslarına başlık olarak seçtiği bir cümle var: “Dünya Bizi Bekliyor!” Yani, siz müziğinizde de bu çıtayı koydunuz mu? Daha doğrusu, çıtaları kaldırdınız mı demek daha doğru olur. Doksanlardaki mücadele, başörtüsü mücadelesi üzerinden yapılan müzik yerine, daha global bir “dert” edindiniz mi?
Bugün, başörtüsü ile ilgili protest bir müzik yapılır mı mesela? Yapılmaz… Cumhurbaşkanı’nın eşi başörtülü bugün, üniversitelerde başörtüsü sorunu yüzde onlara hatta beşlere inmiş durumda. Ben okulun önünde cop yediğimde bizim ablalarımız, kızlarımız okula giremiyorlardı. Evet, biz, artık daha global şeyler söylemeliyiz. Biz artık, Darfur’daki Afrikalılar ile Arapların kavgalarından da bahsetmeliyiz.
PİYANONUN, GİTARIN MÜSLÜMAN’I, GAYR-İ MÜSLİM’İ OLUR MU?
Haklısınız. Ama adeta “modern tanrılar” gibi önümüze konulan popüler kültürün oyuncakları olan ve “sanatçı” denen, bunu bir kisve olarak kullanan adamlar gibi olmanızı da istemeyiz…
Birkaç sene önce, bir dergi benimle röportaj yaptı. Dediler ki: Siz kimi örnek alıyorsunuz? Şahsiyet olarak örnek aldığım büyükleri söylemek istemedim, ama müzikal anlamda Kıraç’ı örnek alıyorum dedim. Buz gibi bir hava esti ortamda, çok şaşırdılar. Benden bekliyorlar ki, Ömer Karaoğlu, Taner Yüncüoğlu gibi isimleri sayayım. Kıraç, yılda şu kadar konser veren, ciddi anlamda takip edilen ve kazandığını da işine yatıran bir adam. Piyanonun, gitarın Müslüman’ı, gayr-i Müslim’i olur mu? Bir sanatçı diyorsa ki: Ben müziğimi yaparım, benim kitlelere ulaşmak gibi bir niyetim yok diye, yalan söylüyordur. Bir şey yapıyorsan, hele ki sanatçı ruhun varsa, beğenilmek, takdir edilmek istersin. Bunu beklemeyen insanın da, sanatçı olabileceğine ihtimal vermiyorum! Stüdyoya giriyoruz, gitar mı çalsak, akordeon mu çalsak, klarnet mi olsa diye bir sürü varyasyon yapıyorsun kafanda ve beğendirmek istiyorsun albümü. Sonra 300 satsa mesela. Kim bununla yetinir? Bunu kimse yapmaz.
“Müziğimizi güzel yapalım arkadaş” dediğimizde şöyle bir tepki almayalım: “Ömer Karaoğlu zamanında deflerle okumuş zaten, ne gerek var!” Bir şey söyleyeyim: Devlet liselerinde bizim camianın sanatçılarının tanınırlık oranı yüzde onlara hatta yüzde beşlere kadar geriledi. Üsküdar’daki liseler arasında bir araştırma yapıldı. “Hangi sanatçıların konserini istersiniz” diye. Buna İmam-Hatipler de dahil idi. İlk sırada kim çıktı dersin? Murat Boz! İkinci Emre Aydın… Biz elli tane anket yapsak, bir tanemiz çıkmaz o anketten. O dönemin araçları kullanılarak müzik yapmadı bizim abilerimiz. Klip çekmediler, kimi aynı tarzda devam etmeye devam etmiş, kimi yeni sözler söyleyememiş. Artık elektronik müzik denen bir şey var. Genel kitlenin, İslamcı diye bildiği bir tek Ahmet Özhan var bugün! Ben, namaz kıldığım için konsere çağırılmak istemiyorum artık. Orada “vay arkadaş, bu adam namaz da kılıyormuş” diyecek adam çağırsın. Bizim açlığımız bunadır.
Mustafa Ceceli diye bir adam çıktı, bu adam ortalığı kasıp kavurdu. Sonra duyuldu ki, bu adam Hacca gitmiş. Herkes şaşırdı. Bu adam Hacı olmuş kardeşim dediler. Çıktı bir kanalda da ilahi okudu. Şimdi ben sormak istiyorum: Bu mu daha çok hizmet etti, biz mi? Necati Şaşmaz’ın bir tarikata bağlı olduğunu öğrendiler mesela, ilgi duymaya başladılar. Bu film sektörümüz için de geçerli. The İmam değil, Kurtlar Vadisi’ndeki o zikir sahneleri etkili olmuştur, oradaki söylemler, replikler. Bütün bu anlattıklarımız, ince nüanslar değil, kalın kalın hatlar, çizgilerdir!
Kendi sınırlarımızı kendi ellerimiz ile kuruyoruz ve o sınırın dışında kalan yerlerde de helal daireler kalıyor. Her helal olanı değerlendirmeliyiz diyorsunuz kısacası. Büyük düşünmek lazım değil mi?
Kesinlikle! Biz, helal zeminde kendi imkanlarımızı zorlamalıyız. Ben yedi sekiz senedir bu işin içindeyim. Benim bu düşüncelerim var ise, yaşadığım tecrübelerden kaynaklanıyordur. Eşref Ziya’ya değiştiniz diyorlar şimdi. Sanki sen değişmedin mi kardeşim? Eşref Ziya bir keresinde şunu söylemişti: “Ben yirmi beş yaşımda dünyayı kurtarmayı hayal ederken şimdi böyle bir kaygım yok. Kimsenin böyle bir kaygısı yok” diyor. Bu ruh yok yani. “Ben cipe binen bir adamım ve nasıl söyleyeyim bunları, bir inandırıcılığı yok.“ Peki, Eşref Ziya dışında, diğer samimi gördükleriniz nasıl acaba biliyor musunuz? Mümkün değil değişmemek, eşyanın tabiatına aykırı bir durum. Benim, kızım doğmadan önceki hayata bakışım ile, şimdi hayata bakışım arasında dağlar kadar fark var. Aynı şekilde gidiyorsan zaten bir yanlış vardır. Bu istikrar değildir. Mevlana’nın söylediği gibi: “Dün bitti…”
ARTIK KİMSEYE KIRILMIYORUM. İŞİME BAKIYORUM…
Epey bir geçmişten konuştuk, peki müzikal manada hedefleriniz nelerdir bundan sonra?
Yedi sekiz ay öncesine kadar hep bir kırgınlık içerisindeydim. Zaten beş altı adamız, bu camia içerisinde. Davet edilmediğimiz programlar vs. Sonradan şunu anladım ve hayatımın omurgasına yerleştirdim: Artık birilerine kırılmaktan vazgeçmeliyiz. “Bizi çağırmadı, bizi görmedi” gibi şeylerden vazgeçtim. Bakın, dünya seçimini yaptı. Şu telefonu alıyorsun, çıplak sesle bir kayıt yapıyorsun, oraya koyuyorsun ve bir milyon kişi dinliyor. Kısacası, bir kesim için bir şeyler yapmayı bıraktım. “Camianın” artık bütün dünya olduğuna inanıyorum. Sudan’a gittiğim zaman, bir masanın etrafında oradaki Afrikalıların da eğlendiğini gördüğümde bu iş bitti.
Rahat bir şekilde müziğinizi icra edebiliyor musunuz? Karşılaştığınız olumlu olumsuz neler oluyor?
Örneğin bir yerden davet edildim ve şununla karşılaştım: Abi tek gel dediler. Ben de gelmem dedim, orkestra ile gelirim. Onun tadını bir al görürsün. Abi bütçemiz şu kadar dedi. Gelmem dedim yine. Abi ne maliyetin var, bir ay çalışan bir insanın aldığı parayı alacaksın bir akşamda. Yol parası da dahil diyor. Aynı adam, Sami Yusuf’u çağırmak, getirmek için kapı kapı dolaşıp otuz, kırk bin dolar para toplayan adam! Sami Yusuf benden çok daha iyi şeyler mi söyledi? Hayır, PR çalışmasını iyi yaptı! Kendini iyi pazarladı. Bu iş böyle oluyor, sahne sanatları denen bir olaydan bahsediyoruz. Sanat, sanat için yapılmaz. Sanat, halk için yapılır. İşin doğrusu budur.
Ayrıca “mesaj kaygısı olmamalı” diyenler oluyor sanatta. Bu bir saçmalık değil mi?
Yeri gelir çiçeği, yeri gelir darbeyi anlatırsın, mesaj kaygısı tabi ki olur. Hz. Hatice Validemizin Hz. Peygamber’e olan muhabbetini, sevgisini nasıl anlatacağız? Tabi ki sanat ile. Hz Aişe validemizin kıskançlığını bilmiyor muyuz? Bunu sanatla anlatacağız. Artık kitleyi, gençleri iyi tahlil etmeleri lazım. Cat Stevens eğer müziği bırakıp da sakal cübbe giymeseydi, aynı kılık kıyafette kalsaydı ve aynı kitlesine deseydi ki: “ölüm var” diye, işte o zaman çok çok daha etkili olurdu…