Dönemin büyük yıldızı Trabzonsporlu Ali Kemal Denizci, dillere destan bir aşkla sevdiği kızla ancak şehrin ileri gelenlerinin araya girmesiyle evlenebilir, çünkü müstakbel kayınpederi bir türlü razı olmamıştır kızını Türk futbolunun bu büyük ismine vermeye. (Ne kadar tuhaf geliyor değil mi bugün?) Aslında kayınpederin tavrı hiç de anormal sayılmazdı, çünkü futbolcu taifesinin ne parası ne de düzgün bir imajı vardı o dönemlerde.
Futbol bu topraklara geçen asrın başında Batı`dan geldi. Pek de hayırlı şeylerin gelmediği bir taraftan, hiç de hayırlı şeylerin gelmediği bir zamanda yani. Uzun zaman da ülkenin sadece önemli merkezlerinde oynanan bir oyun olarak kaldı. 1960`lara doğru ulaşım ve iletişim imkanlarının gelişmesiyle yurt sathına yayılmaya başladı. Milli Lig`in kurulmasını birkaç yıl sonra 2. Lig`in kuruluşu takip etti ve asıl yaygınlaşma ondan sonra gerçekleşti. Günümüzde faaliyet gösteren şehir takımlarının kuruluş tarihleri ezici çoğunlukla altmışlı yılların ortalarından sonraya tekabül eder ve bu takımların kuruluşunda devletin doğrudan ya da dolaylı etkisi vardır.
Futbolun bir tutku haline gelmesi işte o günlerden sonraya rastlar. Fakat günümüzdeki gibi büyük bir sektör değildir. İstisnalar haricinde “okuyup adam olamayan”ların boy gösterdikleri bir alandır; dolayısıyla top oynamak ne aile büyükleri tarafından tasvip edilir ne de görünüşte resmi ideoloji tarafından. Okul kitaplarında futbolun zararları anlatılır, özellikle çocukların fiziki gelişimine engel olduğu bilimsel metotlarla ortaya konur. Ders çalışacakları yerde topun peşinde koşanlara iyi gözle bakılmaz, ebeveynler tarafından baskı ve yasaklarla karşılaşırlar, hâttâ onlara kız bile verilmez kolay kolay. Büyük takımlarda oynayan ünlü futbolculara bile. Dönemin büyük yıldızı Trabzonsporlu Ali Kemal Denizci, dillere destan bir aşkla sevdiği kızla ancak şehrin ileri gelenlerinin araya girmesiyle evlenebilir, çünkü müstakbel kayınpederi bir türlü razı olmamıştır kızını Türk futbolunun bu büyük ismine vermeye. (Ne kadar tuhaf geliyor değil mi bugün?) Aslında kayınpederin tavrı hiç de anormal sayılmazdı, çünkü futbolcu taifesinin ne parası ne de düzgün bir imajı vardı o dönemlerde.
Tabiî dindar kesim de futbola fena halde karşıdır o zamanlar. Metin Oktay`ın hayatının anlatıldığı filmde sakallı, takkeli babanın bıçağı topun böğrüne sapladığı sahne törensel bir havayla seyircinin gözüne sokulur. Baba (hâşâ) besmele çeker gibi tane tane "top oynamak günahtır" diyerek eylemini gerçekleştirir. Halk arasında ise top oynamanın günahının Hz. Ali`nin kesik başıyla top gibi oynanmasından kaynaklandığı rivayeti kulaktan kulağa dolaşır, bunu derin hocaların söylediği anlatılır. Nasılsa Hz. Ali`nin başının ne zaman, kim tarafından kesildiğini (!) sorup sorgulamayacak bir toplum vardır.
Devlet, altmışlı yıllarda futbolu vatandaşın aklına fikrine sokmuş ama sonra kendi haline bırakmıştı. Her tarafı eğri olan devenin boynu da pek düzgün olmazdı elbet. Sanatta, siyasette, ekonomide, kültürde hiç de parlak bir görüntü arz etmeyen bir ülkede sporun iyi olması mümkün değildi. Futbolu bazı yabancı devlet adamları gibi uyku tulumu misali kullanmak da değerli büyüklerimizin aklına gelmiyordu ki, kendi adlarına verilen kupa maçlarını bile teşrif etmiyorlardı o yıllarda.
1980 sonrası pek çok şeyde olduğu gibi futbolda da işler değişti. Futbola maddi-manevi haylice yatırım yapıldı. Siyasetçiler, devlet adamları, bürokratlar statlarda arz-ı endam eylediler. Ve Tanju Çolak`ın Samsunspor`dan Galatasaray`a astronomik bir ücretle transfer edilmesi tam bir kırılma noktası oldu. Çok uzak olmayan bir geçmişte ders çalışacağı yerde top oynayan çocuklarına bir araba sopa atan ana-babalar artık onları kollarından tutup kulüplere getirmeye başladılar, futbolcu olmaları için. Bu kırılma öylesine belirgin oldu ki, Türkiye`de kısa yoldan zengin olma umudunun Unkapanı`ndan futbol kulübü kapılarına kadar kaydığı gözle görülür hale gelmişti.
Artık futbol demek para demek, futbolcu demek zengin demekti. Tabiî paranın olduğu yere karanlık gölgelerin üşüşmesi kaçınılmazdı. Esasında hiçbir zaman eksik olmayan o gölgeler, sözünü ettiğimiz dönemde iyice görünür hale geldiler. Yukarıda bahsi geçen Tanju Çolak, yedi sülâlesine yetecek kadar dünyalığı bulunmasına rağmen bir araba kaçakçılığına adının karışması nedeniyle bir süre hapis bile yatacaktı. İlerleyen yıllarda hızla gelişen teknoloji de bu kirlenmeye yardım ve yataklık etti. Şike zaten dediğimiz gibi her daim özelde futbol, genelde sporun içinde ve belgelenmesi de imkânsız gibi bir şeydi ama bahis denen belâ bırakınız ruhunu şeytana teslim etmiş kumarbazları, artık çoluk çocuğun bile bir tuş darbesi kadar yakınındaydı. Polisiye tedbirlerle de bunun önüne geçmek yel değirmenleriyle savaşmaktan bile daha romantik kaçacaktı elbet.
İslâm`ın fincancı katırlarını ürkütmeyen hükümlerini alıp afişlerle, sloganlarla gözümüze sokan devlet, nedense bu işlerde hiç sesini çıkarmıyordu; çünkü "spora katkı" kılıfı çoktan dikilmiş ve kumarın üzerine giydirilmişti bile. Bahisten gelen para, futbol kulüplerinin ciddi gelir kalemleri arasındaydı bir süreden beri.
Mikrobun hızla toplumun kılcal damarlarına doğru yayıldığı bu ahval ve şeraitte, arınmak ve korunmak için mücadele de kolay değildir. Mikrop mutasyon geçirip değişik formasyonlarda karşımıza çıktığına göre, eski antikorlar da yetersiz kalacaktır ve yeni mücadele yöntemleri geliştirilmesi icap etmektedir.
Düşününüz, kumarın kötü bir şey olduğunu anlatmak için yaptığınız bir filmde karanlık ve dumanlı bir odada bir masanın etrafında elinde kağıtlarla oturan adam görüntüleri, sanal alemde birkaç tuş darbesiyle zehire bulaşan gençlerin zihninde nasıl ve ne kadar yankı yapabilir?
Klasik yöntemleri terk etmemekle beraber, çağın en büyük silahı olan medya en az düşman kadar etkili kullanılabilmelidir. Filmse film, diziyse dizi, gazeteyse gazete, dergiyse dergi, internetse internet… Öte yandan sivil toplumculuğun kanuni sınırlar dahilinde kalan her tarafında mücadele sürdürülmelidir.
Karanlık gölgeler Kıyamet`e kadar mücadeleyi bırakmayacaklar, çünkü onların misyonu bu. Onların misyonu, bizim imtihanımız...