Şair Ali Ayçil ile…
Büyüme, hayretin eksilmesi ve bakışın taşlaşmasıdır. Biz, büyüdükleri halde hayret etmekten vazgeçmeyen insanlar olmalıyız. Bunun bizim tarihimizdeki en önemli karşılığı Yunus Emre’dir. Yunus Emre bedenen ve dünya yaşı olarak büyümüş ama bir çocuğun hayretiyle dünyaya bakmayı sürdürmüş. Dervişlik dediğimiz de budur aslında. Yani o hayret penceresini sürekli olarak parlak tutmak, önüne perde inmesini engellemek… İnsanlar bir şeyi beğendiklerinde yazar istemese bile yazarken içinde beğenilen metne doğru bir eğilim başlar. Bana kalırsa iyi bir yazar, okurun bu ucuz beğenisini kavradığı anda hemen virajı başka bir yöne dönmelidir. Okur, sadece yazarı okuyan onu kışkırtan değil aynı zamanda yazarı bozan birisidir. Yazar herkesten önce okuruna karşı dikkatli olmalıdır.
Ben size “hayatı deşifre eden adam” cümlesini uygun görüyorum. Hayatın karmaşası onun hakkında “istihbarat” almayı gerekli kılıyor artık. Akraba mısınız yoksa onunla? Sahi, kaynağınız nedir?
Aslında hayatla gerçekte en sağlam bağı kuran çocuklardır. Biz bunu çoğunlukla görmezlikten geliriz. Çünkü çocuklar bir hayretin penceresinden bakarlar. Gördükleri her şeyi öğrenmeye çalışırlar. Bu, çocuğun bitmez merakıyla dünyadaki görüntüler, eşyalar arasındaki bu soru hayatın anlamının saklı olduğu biricik yerdir. Ama insanların bir kısmı büyümeye başladıkça, tanımlarının sayısı da artmaya başlar. Artık, soru sormamaya başlarlar. Taş anlamını bulmuştur, deniz anlamını bulmuştur, su anlamını bulmuştur. Böyle düşünürler… Doğal olarak büyüme, hayretin eksilmesi ve bakışın taşlaşmasıdır. Biz, büyüdükleri halde hayret etmekten vazgeçmeyen insanlar olmalıyız. Bunun bizim tarihimizdeki en önemli karşılığı Yunus Emre’dir. Yunus Emre bedenen ve dünya yaşı olarak büyümüş ama bir çocuğun hayretiyle dünyaya bakmayı sürdürmüş. Dervişlik dediğimiz de budur aslında. Yani o hayret penceresini sürekli olarak parlak tutmak, önüne perde inmesini engellemek… Yalnızca manevî sebeplerden değil, belki kişisel psikolojimden ötürü ben dünyaya tanımlanmış bir yer olarak bakamadım. Doğal olarak, belki düzensiz şekilde ama daima bir şeylere hayret ettim. Belki önceden defalarca geçtiğim ve hiç bakmadığım bir ağaca “senin burada ne işin var?” dedim. Eğer hayatı deşifre etmek dediğimiz şeyden kasıt ne diye sorarsan ben ansızın o ağaca rastlamak diyorum. Eğer onu orada görmüyorsanız ya da onu gördüğünüz halde her şey normalmiş gibi geliyorsa size –burası önemli- dünyayla hesaplaşmanız bitmiş demektir! Dünyayla insanın hesaplaşması iki türlü bitebilir: Birincisi; Gerçekten dervişane bir bitiştir. Yani eşyada gözünüz kalmaz, tenezzülsüz hale gelirsiniz. İkincisi; dünya sizin için tanımlanmıştır ve artık hiçbir şeyi merak etmezsiniz. İkisi birbirinden farklı.
Yani bir ağacın altında oturup serinlediğinizde giderken onu da içinizde götürüyorsunuz… Bu sizi yormuyor mu? Bu yükü taşımak?
Dünyayla başka bir gözle bakışıyorsanız belli bir yükü de göze almışsınız demektir. Zaten o göz sahibinin üzerinde durur ancak, herkeste durmaz. Eğer o göz sende varsa, o bedende, sen o yükü taşımak için nasiplendirilmişsindir. Yoksa kimse kalkıp da ben bu yüke talibim demez kolay kolay. Bu sizin kaderinizdir. Bir yerden sonra bu yük olmadığında siz manasız bir hale gelirsiniz. Dünyada herkesin taşıdığı farklı yükler var. Bir şirketin muhasebecisi de sabah akşam o şirketin hesaplarıyla yatıp kalkıyordur. Bir editör çıkaracağı kitapların yüküyle yaşıyordur. Herkese bir yük biçilmiş.
Kovulmuşların Evi’nde “bana öyle geliyor ki insanlar içerisinde en talihsiz yazgı yazarın yazgısıdır” derken kendi yazarlık serüveninizi de göze alıyorsunuz herhalde… “Dünyayı kelimelerle tamir etmeye kalkan işçi” midir yazar?
Bana kalırsa öyle. Şöyle bir durum var: Okurlar genellikle yazarlarından, derin mevzularda bile olsa gönüllerini eğlendirmesini bekler. Okuru olan bir yazar sürekli olarak okurunun oltasına düşme tehlikesiyle yol alır. İnsanlar bir şeyi beğendiklerinde yazar istemese bile yazarken içinde beğenilen metne doğru bir eğilim başlar. Bana kalırsa iyi bir yazar, okurun bu ucuz beğenisini kavradığı anda hemen virajı başka bir yöne dönmelidir. Okur, sadece yazarı okuyan onu kışkırtan değil aynı zamanda yazarı bozan birisidir. Yazar herkesten önce okuruna karşı dikkatli olmalıdır.
Bir söyleşide “yazı hayatımda şairliğin ötesinde anılmak istemem.” diyorsunuz. Okurunuz olarak bu söz beni şaşırttı. Ben sizi iyi bir hikâye ve deneme yazarı olarak anmak istiyorum. Ne dersiniz? (Gülüşmeler.)
Şimdi, biliyorsun Türk Edebiyatında Tanzimat’tan sonra yazı serüveni merkezinde şairlik olan ama denemeler, hikayeler, makaleler yazan insanlar, yazan insanların büyük bir kısmına denk düşüyor. Namık Kemal, şiir yazıyordu ama piyesler de yazıyordu. Keza, Necip Fazıl, Sezai Karakoç… İsmet Özel’in şiir kitapları var ama yazdığı kitapların küçük bir bölümünü oluşturuyor örneğin. Şunu söylemek istiyorum: şiir, yaratıcılığın merkezî alanı olarak yazan insanı hem koruyan hem kalemini sürekli sivrilten bir alan. Şiir, edebiyat türleri içinde edebiyatın bir çeşidi de değildir. Edebiyat ve şiiri tam iç içe koymuyorum. Bu anlamda, şiirin benim kalp atışlarım, nabzım olduğunu söyleyebilirim. Biliyorum ki pek çok okurum şiirlerimi değil düzyazı ve denemelerimi daha fazla tasvip ediyor. Bunu da doğrusu, okura bırakmak lazım. Ben bilirim ki, bütün metinlerimi besleyen ana damar şiirdir. Şiir olmadan bütün metinlerimin canı çekilmeye başlar. Benim şiirlerim sadece şiir kitaplarında toplanan değil, diğer metinlerin içinde de varlığını sürdüren şiirdir.
Metinlere o canlılığı veren de şiir yani…
Evet. Bunu ilk sana söylüyorum, benim şiirlerim diğer metinlerde de devam eden şiirlerdir. Zaten düzyazılarımı okuyan insanlar da şiire bigâne olmayan insanlar. Oradaki şiir görülebiliyor demek ki bunu sende söyledin.
Sur Kenti Hikayeleri’nin yazarından yeni hikayeler bekliyoruz. Tanıdığım Ali Ayçil okurları da sizden bunu bekliyor. Yeni bir İbn-i Batuta’nın peşine düştünüz belki de, dönünce seyahatinizi bize anlatacaksınız?
Önümüzdeki birkaç yıl içerisinde değme bir şiir kitabı çıkarmak istiyorum. Sur Kenti Hikayeleri’ni üçleme olarak yazmayı planlamıştım. Birisini yazdım ikisi duruyor. O ikisini de yazıp üçlemeyi bitirmek istiyorum. Kovulmuşların evi gibi kitaplar zaten zaman içinde oluşuyor. Üçlemenin üçüncü kitabının girişini yaptım. Bu bir nasiptir. Bir bakarsınız üç beş ay içinde çıkar belki seneler sürer. Projeyle yazan bir insan değilim. Birkaç kez söyledim: Kesbî değil vehbî yazıyorum. Bir şey içimde kendi kıvamını bulmadan malzememi katletmek istemem.
Peki hikaye kalıbınız ya da kurgunuz diyelim, Sur Kenti Hikayelerindeki gibi mi?
Aslına bakarsan ben bunları bir hikâye olarak yazmıyorum. Bana kalırsa bunlar hikaye değil. Bunlar, bir şairin kendisi ve hayat hakkında bilgisi olan bir kalemin hayatta bırakmak istediği şeyler. Doğal olarak benim metinlerim “Ayşe o akşam eve geldi, annesi ona çok kızgındı” gibi cümlelerden oluşmuyor. Ben kült metinler yazmak istiyorum. Mesela orada eşkıya Konos hikâyesinde, Eşkıya Konos’un psikolojisinde sevginin ve nefretin tarifinin ne kadar zor olduğunu işlemeye çalıştım. Eşkıya Konos aslında Sur Kentini aşırı derecede çok seviyor. Fakat onda sevgisini normal yollarla gösterebilecek bir insan kalıbı yok. Bir insan sevgisini doğal yollarla gösteremiyorsa, sevgi nefret olarak ortaya çıkabilir. Bunu en çok kadınlar hisseder. Eşkıya Konos şehre inmediği, yol kesmediği zaman kentin kadınları “Konos oğlumuz nerede kaldı?” diye dertlenmeye başlıyorlar. Sonra anlıyoruz ki, Konos’un nefreti çocukça. Kendisini sürekli görsün diye evde yaramazlık eden bir çocuğun nefretinin ötesine geçmediğini kentin kadınları kavrıyor.
Son olarak Ali Ayçil gençlere bir söz etse. İçinden şiir geçen bir cümle belki…
Yenilmekten korkmamalarını istiyorum. Dünyada zaferler ve galibiyetler çok azdır. Eğer genç adam bir zafer bekliyorsa büyük oranda yenilecek ve vazgeçecektir. Oysa insan, yenilmekten korkmuyorsa hedefini koruyor demektir. Ancak hedefini koruyan bir kez daha yenileceği mücadeleye girişir. Öyleyse bir zaferi beklemekten çok yenilgiden korkmamayı tavsiye ediyorum.
Sezai Karakoç’un dediği gibi, “yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır.”
İşte tam da bunu tefsir etmeye çalışıyorum. Yenilmekten korkmamalı çünkü iki kere yenilen bir insan iki kere cesaret etmeyi göstermiş demektir. Üç kere yenilen bir insan ikinci yenilgisinde cesaretini kaybetmemiş insandır.
Genç Dergisi ve Genç okurları adına teşekkür ediyorum.
Ben de teşekkür ederim. Güzel bir söyleşi oldu. Genç’i takip ediyorum, yaptığınız güzel işlerden haberdarım. Artarak devam etmesi dileklerimle.