Boş ver koçum boş ver! Biz kafayı çekip masayı yıktığımız devirlerde “aman ormancı canım ormancı” diye adımıza türkü yakılırdı bizim… Şimdi kafaya namaz takkesini çekip abdeste namaza başlayınca “göbeğini kaşıyan adam” olduk… Bizim onlar gibi masaj salonlarında göbeğimizi kaşıtmaya uşak tutacak paramız mı var?
Cennet vatanımızın güllük gülistanlık bir köşesi. Zümrüt yeşili bir orman... Ormanımız yarım ada şeklindedir. Zira cennetten bir köşeyi andıran bu vatan toprağı üç tarafını çevreleyen büyükçe bir gölün kenarında yer alır. Son derece verimli toprakları sulak mı sulaktır. Ormanın göle sahili olan kenarlarından birisi kayalıklarla çevrili fakat diğer iki sahil göl suları sebebiyle bataklıktır. Bu bataklıklarda kurbağa, sülük nevinden hayvancıklar hiç eksik olmaz. Bir de civar köyün mandaları gelir çamura yatar, bataklık kumsallarında tatilciler gibi güneşlenirler.
Ormanın yıllardır hiç değişmeyen yaşlı bir ormancısı vardır, Mehmet Efe… Her gün ormanı dolaşır, ağaç kesmek isteyen köylülere ıstırap olur. “Yassak!” der de başka bir şey demez. Ormancı ile köylüler arasında, büyük şehirlerin hırsız polis kovalamacalarını hiç de aratmayan sayısız vukuat olur bu ormanda.
Bunca yıl bekar yaşayınca ormanın ağaçları onun için birer evlat gibidir. Hangi baba müsaade eder ki evladının göz göre göre kesilip doğranmasına.
Ormana çöken akşamla birlikte ormancının hurda, salaş kulübesine de bir hüzün çöker. Yaprak hışırtılarını dinleye dinleye fısıl fısıl konuşur evlatlarıyla…
Tek dostu vardır, o da köyün çobanı Rıza. Haftanın birkaç günü mutlaka yolunu ormancının kulübesine uğratır, birlikte muhabbet ederlerken ne zaman gün battı ne zaman sabah oldu fark etmezler bile… Etle tırnak gibi iki kardeşin bile arasını hır gür ayırırken, ormancı ile çobanın bu güne dek aralarından su sızmamış, birbirlerine hiç kızmamışlardır.
Çobanın köye indiği bir gün yolu kahveye uğrar. Muhtar ağanın masasına uğrayıp köyün hayvanları ne âlemdedir, gidişat hakkında biraz malumat verir. Sonra muhtarın ısmarladığı çayı içer, bir gözü de televizyondadır.
Kahvede televizyonda, ağılında ise eski radyosundan memleket haberlerini mutlaka takip eder bizim çoban ağa. Hani “köylü milletin efendisidir!” demişler ya… Efendi gibi sevdiği memleketinin hâl-i pürmelâlinden bir gün olsun bîhaber kalmaya gönlü elvermez. Yıllardır kuru soğanı kuru ekmeğine katık edip şükrederek yer durur da memleketinin soğan gibi soyulup talan edilmesine gönlü bir kere olsun razı olmaz. Adı Rıza olsa da en çok buna isyan eder. Milletin Efendisi Köylünün Çobanı o gün kahvede televizyonu seyrederken bir kadın müsveddesinin zırıltıları isyanına tuz biber olur. Der ki kadıncık:
“Ben vergi veriyorum! Niye vergisini vermeyen, ‘dağdaki çoban’la benim oyum eşit mesela? Niye? Hiç vergisini vermeyen biriyle niye benim oyum eşit? O benim kadar duyarlı, benim kadar sorumluluk sahibi bir şekilde yaklaşıyor mu acaba?”
Muhtar basıp kahkahayı, dürtüklediği çobana sorar:
- Üleyn Rızaaa! Ne diyor bu garııı?
Rıza’nın dili dudağı kilitlenmiştir. Bir bardağında yarım kalan çaya bakar, bir de televizyonda kendisini adam yerine koymayan karıya… “Bu karı yarım bardak çay parası etmez!” diye geçirir içinden, çıkar gider kahveden. O gün tevbe eder bir daha televizyona bakmamaya.
Soluğu ormancı Mehmet Efe’nin kulübesinde alır. Ormancı daha sormadan, duyduğu çirkefliği anlatarak Mehmet Efe’nin de gönlünü bulandırır. Kalenderâne bir edâ ile “Fesüphânallah” çeken ormancı der ki:
- Cahil çobanların bu memlekete ne zararı olmuş yahu! Üniversite okuyan zirzopların daha çok ziyanı var vatana millete. Makama mevkiye konanların, ahlaksız bürokratların, kucağa çekilip şöhret olanların elinden çektik biz ne çektiysek… Cahil çoban bu memleketin hangi bankasını hortumlamış, hangi ihaleye fesat sokmuş…
“Mehmet Efe en çok gücüme giden ne biliyor musun? Dere tepe kucağımda taşıdığım kuzucuklarımın, koyunlarımın hakkını hesabını, karşıma çıkan eli kanlı kasap sormaya kalkmaz mı benden? Ulan verdiğin bir vergi varsa, onu da nereden, nasıl kazandın demezler mi sana. Bırak beni beğenmeyip küçük görmesini, beni kendisiyle bir tutması bile gücüme gitti Efem!”
- Boş ver koçum boş ver! Biz kafayı çekip masayı yıktığımız devirlerde “aman ormancı canım ormancı” diye adımıza türkü yakılırdı bizim… Şimdi kafaya namaz takkesini çekip abdeste namaza başlayınca “göbeğini kaşıyan adam” olduk… Bizim onlar gibi masaj salonlarında göbeğimizi kaşıtmaya uşak tutacak paramız mı var?
Bunların saçmalıklarıyla keyfimizi kaçıracağımıza gel şimdi seninle bir fantezi kuralım; bizim ormanda seçim yapıldığını hayal edelim. Hayvanların cümlesi seçmen olup sandıkta oy kullansınlar he mi?
Aslan Kralın Partisi desin ki:
“Ormana adalet ve kalkınmayı getireceğiz!”
“Ormana dirlik düzen gelecek asayiş gelecek! Artık ormandaki yünü bitmedik kuzunun can güvenliği sağlanacak…”
Ne olurdu Rıza?
- Ormanda ne kadar kurt varsa çakal varsa bu işe karşı çıkar olmaz derdi efem!
- Yaaa! Peki Aslan Kral dese ki:
“Şu mikrop yuvası bataklık bizim iliğimizi kurutmadan biz burayı kurutalım!”
- Ohooo ne diyorsun sen Mehmet Efe! Bu ormanın üç tarafı göl, iki tarafı bataklık!
- Değil mi ya! Sahil kesimindeki bataklıklarda yaşayan kurbağalardan tut da, sivrisineğine, sülüğüne varıncaya kadar bilumum kan emiciler bir araya gelip miting yapmaz mı? “Orman Bataktır Batak Kalacak” diye ortalığı velveleye vermezler mi?
- Sadece onlar mı canım? Mandalar da destek verir onlara…
- Zira bu hayvanat için en ideal hayat şartı bataklıktır öyle değil mi? Kendileri için âb-ı hayat kaynağı olan bataklık, kurusun, kurutulsun isterler mi hiç?
- Onlara göre en ideal parti icraatı, sürekli bu bataklığa su sağlayıp onu canlı tutacak faaliyetlerdir.
- Kendi yaşadığı bataklıktan öylesine emindir ki hatta, tutar bir de seni beğenmez, hor görür. De bakalım çoban ağa:
“Yıllardır vızıl vızıl çalışıyoruz, yaz demedik, kış demedik, artık kendi balımızı kendimiz yiyelim!” dese arılar… Bir eli yağda bir eli balda ne kadar ayı oğlu ayı varsa, keyfini kaçırmaz mı arıların bu uyanışı! Talan edilen kovanların, yağmalanan balların özelleştirilip arıların malı olmasına ayılar sessiz kalabilir mi?”
“Karanlıkta kalan her mağaraya güneş ışığı ulaştırılacak, aydınlatılmadık mağara kalmayacak!” denilse, yarasalar bu işe “olsun” der mi?” “Toprağın altında kendine ait bir cennet hayatı kurmuş köstebek, gözlerinin görmediğini dert eder mi?”
Çoban Rıza’nın yüzü gülüyordu artık. İkisi de birbirine muhabbetle sarıldılar. Çoban müsaade isteyip ormancının salaş kulübesinden ayrılırken, Ormancı Mehmet Efe ardından seslendi ona:
- Dert etme be Çoban Rıza! Cahil bir çobansan da insan gibi insansın… Arzu ve heveslerinin esiri olmuş diplomalı bir hayvan değilsin ya! Cahilliğine şükret…