Mill, sosyalizmin devrimci ve faşist biçimlerini eleştirmiş, ancak yüksek düzeyde bireysel özgürlük içeren ve şiddete yer vermeyen ütopyacı komüniteryenizme oldukça sempati ile yaklaşmıştır.
John Stuart Mill’in yaşadığı dönem adeta bir keşmekeş dönemiydi. Mill, Kıta Avrupası’nda bir isyan ve kitlesel protesto döneminde kendisine bir yer açmaya çalışmış, kafa karışıklıkları ile dolu bir profil çizmiştir. O, “özgürlük yanlısı büyük bir beyin” olarak tabir edilmesine karşın, kendisinin sosyalist olduğu noktasında ısrarcı olmaktan kaçınmayan bir kara delikti.
1806’da Londra yakınlarında dünyaya gelmiş olan kahramanımız, başarılı ama otoriter bir babanın gözetiminde büyümeye çalışmıştır. Baba Mill, ünlü David Ricardo’nun1 yakın arkadaşı, belirgin özelliklere sahip bir bencil, hatıralara göre duygusuz ve çıkarcı, yani tam anlamı ile kapitalist bir adamdı. John, babasından bahsederken, “Bir tür delilik derecesinde, tutku ya da duyguları son derece küçümseyen bir adamdı” demektedir. Farklı bir otobiyografide de, “Ben sevginin olmadığı ve korkunun hakim olduğu bir ortamda büyüdüm” diye not düşülmüştür John’un ağzından.
Mill’in annesi güçlü fikir dünyasına sahip bir insan değildi. John ise babasının sinirliliği ve soğukluğundan annesini sorumlu tutmaktaydı. Annesini özellikle eğitimsiz olduğu düşüncesi ile her fırsatta küçümserdi. Nitekim, kalbinde sevgi pırıltısı olmadığını, otobiyografisinde annesinden hiç bahsetmeyerek ispatlamıştır.
John, mevzu bahis aile ortamında, dokuz kardeşin en büyüğü olarak, babası tarafından baskı altında eğitildiğini ifade eden, erken olgunlaşmış bir çocuktu. Diğer üç erkek ve beş kız kardeşinin durumu ise, Mill’e göre çok daha farklı idi. John, formel tarzda bir okula gitmedi, üniversitede de okumadı. O dönemin en meşhur eğitim metodu ile yetişmişti. Babası tarafından evde eğitime tabi tutulmuş, üç yaşında Yunanca öğrenmiş, sekiz yaşında Eflatun’u okumuştur. Aynı yaşlarda Latince de okuyup yazabilen Mill, vakit kaybetmeden matematik, geometri ve felsefe derslerine de başlamıştır. Newton’un meşhur “Temel Matematik” kitabını yalayıp yuttuğunda sadece onbir yaşlarındaydı. İnanç noktasında ise John’un körpecik beynine, dini temel bilgiler yerine, yine babasının yakın arkadaşı olan, “Faydacı Kuram”ın fikir babası Bentham’ın2 düşünceleri yerleştirildi. Böylelikle John, ilerleyen yaşlarında felsefi akılla hareket eden bir radikale dönüşecekti.
İlk gençlik yıllarında klasik, liberal iktisatçıları okudu. Malthus’un3 görüşlerinden de etkilenmiş olacak ki, doğum kontrolünü savunan isimsiz makaleler yazıp, sağda solda dağıtmaktan dolayı bir dönem tutuklu kaldı. On dört yaşlarında babasının yakın arkadaşı Ricardo’yu tekrar tekrar okumaya başlamıştı. Babası O’nu bir daha etkisinden asla kurtulamayacağı siyasi radikalizmin merkezi olan Fransa’ya gönderdi. Çok az arkadaşı olan ve sosyal aktivite fakiri olan John için, ileriki yaşlarında “Soğuk, kansız, fazla entellektüel, ahlâken kendisini üstün gören ve mizah yoksunu bir adam” tanımlaması sıklıkla yapılacaktı.
Yetiştirilme tarzına bakıldığında yirmili yaşlarda sinirsel çöküntüye uğraması şaşırtıcı değildi. Zira şahit olanlar hatıralarında, sille tokat dayaklardan, akşam ceza olarak aç bırakılmaya ve saatler süren çalışma seanslarına kadar, ilginç notlar aktarmışlardır. Yaşadığı sinirsel çöküntüden tedavi ile kurtulmuş olsa dahi, biri 1836’da babasının ölümü olmak üzere çok defa sinir krizleri geçirmiştir.
İngiltere’nin egemenliğindeki Hindistan’da, Doğu Hindistan Şirketi’nde, Hintçe bilmemesine ve muhtemelen hiçbir Hintli ile muhatap olmamasına rağmen, üst düzey yönetici olarak çalışmış, İngiltere’nin güdümünde nefes alabilen Hindistan’ın yönetiminde önemli bir aktör olarak ciddi bir rol üstlenmiştir. Sabahları kaynamış tek yumurta ve bir bardak çay ile kahvaltı eder, günün kalan kısmında başka birşey yemezdi. 1830 yılında bir entellektüel hayranı olan Harriet Taylor ile tanışmış ve fikir dünyalarını hararetli tartışmalar ile şekillendirme gayreti içerisine girmişlerdir. Harriet’in eşinin öldüğü 1851 yılına kadar entellektüel fikir birliktelikleri, nihayet evliliğe dönüşmüştü. Harriet’in Mill üzerindeki etkisi tartışılmaz bir derecedeydi. Hatta liberal olan Mill’in çelişkili bir biçimde sosyalizm tutkusu da tam da o döneme rastlamaktaydı. Özellikle 1840-1850’li yıllar, Avrupa’nın sosyalizmin esiri olmaya başladığı yıllardı. Zira 1848, Marks’ın Komünist Manifesto’sunun ortaya çıktığı zaman dilimiydi. Bu dönemde makul bir altyapısı olmayan Marksist düşüncelerin birer esiri olarak, oldukça haz aldıkları fikir tartışmaları en büyük sosyal eğlenceleriydi.
1850’lerin sonunda vereme yakalanan Mill’e eşi bakmış ve akabinde kendisi de hastalanmıştır. Ölecekleri düşüncesi ile 1854-55 yıllarında İtalya, Sicilya ve Yunanistan turuna çıkıp, dünyanın geçici heva ve zevklerinden son kez yaralanmak istemişler ancak “kader” anlayışından yoksun olarak bekledikleri ölümün kapılarını henüz çalmamış olması nedeniyle boşluk içerisinde mânâsını bulamadıkları hayatlarına devam etmişlerdir.
Mill’e göre en büyük başarısı eşi ile birlikte çalıştıkları “Özgürlük Üzerine” adlı eseridir. Kitabını, yayımlanmasından bir yıl önce veremden vefat eden “tanıdığım ya da okuduğum hiç kimsenin seviyesine ulaşamadığı biri” olarak bahsettiği eşine ithaf etmiştir. Aslında Mill’in en verimli dönemi Harriet’in ölümünden sonraki dönemidir. Zira bu dönem içerisinde sürekli yazmıştır. Hatta 1865-1868 yılları arasında parlamentoya Liberal üye olarak seçilmiş, Amerika’da köleliğe karşı çıkmış, kadınlara oy hakkı için mücadeleler vermiştir. Mill, fani ömrünü 1873’te yakalandığı ateşli bir deri hastalığı vesilesi ile tamamlamıştır. Ölümünden hemen sonra üvey kızı Helen Taylor, John’un otobiyografisini yayımlamıştır. Ne garip ki, birkaç yıl sonra sosyalizm üzerine almış olduğu notlar ortaya çıkıvermiş ve hatta yayımlanmıştır.
Tüm bu yaşam debdebeleri yanında fikir dünyasından da kısaca söz etmek gerekirse; tam olarak ne istediğinin farkında olmayan, bu sebeple kendisini tanımlarken çelişkilere düşen, sosyalist bir liberal ya da daha doğru bir ifade ile ütopyacı sosyalist olduğunu iddia eden Mill, sosyalizmin devrimci ve faşist biçimlerini eleştirmiş, ancak yüksek düzeyde bireysel özgürlük içeren ve şiddete yer vermeyen ütopyacı komüniteryenizme oldukça sempati ile yaklaşmıştır.
Mill ve diğer toplumsal reformcular sürekli olarak yoksulların, dilencilerin, avukatlar ile savaşın olmadığı her yerde vatandaşların herhangi bir ad altında hiçbir ödemede bulunmadan her şeyi elde edebildikleri, günde altı saat çalışıp akşam saatlerini sohbet ederek, okuyarak, müzik dinleyerek geçirdikleri, Sir Thomas More’un ideal toplum anlayışı gibi “ütopya” hayal etmişlerdi. Özellikle 19. yüzyılda bu hayalin peşinde koşan bir sürü reformcu ortaya çıkmıştır. Paylaştıkları ortak amaçları ise;
- Özel mülkiyet ve rekabetin kaldırılması
- Herkese her anlamda eşit muamele
- Ortak (komünal) yaşam
Böylesi bir toplumun tüm üyelerinin, kendilerine tayin edilen işe dört elle sarılmaları ve karşılığını eşit biçimde almaları öngörülmekteydi. Farklı dönemlerde, farklı kişilerce bu görüşler daha ileriye taşınmış, evlilik ve paranın da ortadan kaldırılması istenerek aşırıya gidilmişti.4
O zaman bu düşünce sistemlerine de bir iki cümle ile açıklık getirmeye çalışalım;
Yıllarca yüceltilmeye çalışılan komünizmde, cehennem bizzat insandır. Değil topluma tek bir insana bile güven yoktur. Ona hiçbir eşya, mal bırakılamaz. Komünizm, diliyle mülkiyeti reddederken, kalbiyle mülkiyeti o kadar yüceltiyor ki tek bir insanı ona layık ve ona sahip olmaya ehil görmüyor.
Kapitalizme göreyse, mülkiyet, mutlak anlamda, tek bir kişiye aittir. Her kişi kendi başına (malı) ele geçirdikten sonrada başkasının gölgesini bile ondan uzak tutmak istemektedir. Bunun “başkaları cehennemdir” görüşünden en ufak bir farkı yoktur. “Cennet benim ve başkaları cehennemdir” işte kapitalizmin ana felsefesi; işte, güçlünün güçsüzü ezmesinin ve işte proletaryanın doğuşuna meydan verilmesinin ve işte emperyalizme kadar varan sömürmenin temel felsefesi...
İslam’ın insan ve eşya telakkisi, mülkiyet anlayışı ise bu iki doktrinden de tamamen farklıdır. İslam, gerek insana, gerek eşyaya baksın, Allah’ı, insanın da, eşyanın da yaratıcısı ve yaşatıcısı olarak asla unutmaz. Mutlak anlamda eşya da insan da O’na aittir. Mülk mutlak anlamda sadece O’nundur. Müslüman mülk edinişinde ve onu tasarruf edişinde, daima asıl mülk sahibini hatırlar ve hatırlamak zorundadır.
İslam, özel mülkiyetin ve teşebbüsün ve ölçülü rekabetin tanımlanması ve kâr faktörü, ekonomik şevki yansıtıyor, öte yandan faiz yasağı emeksiz kazanca bir sınır çekiyor, zekat başlı başına sosyal bir regülatör olarak, kapitalizmde beliren sınırlar arası uçurumun oluşumuna engel oluyor, israf yasağı istihlake (harcama) bir dizgin vururken, cihat şuuru, hayır kavramı, istihsali (üretim) toplumun ve bütün insanlığın yararına destekliyor.
İşin özü, tüm bu düşünceler ve arayışlar, aslında varlığın ilahi rahmete olan açlığının göstergesidir. Evet, “ütopya” kavramı, eşitlik, adalet, sıkıntısız bir yaşam, herkesin mutlu ve huzurlu olduğu bir yer aslında. Bu yeri tanımlamakta zorluk çeken felsefeciler, bilim adamları, tam olarak ne istediklerinin farkında bile değillerdi. Zira bir şey arıyorlardı aslında hepsi... Birbirine benzer özelliklere sahip bir yer aslında burası. Belki de aradıkları yer aynı yerdi. Neresiydi bu “ütopya” dedikleri yer? Yoksa farkında olmadan iç huzursuzluklarını giderecek, manevi boşluklarını dolduracak olan cenneti mi arıyorlardı acaba?
Dipnot:
1- Ünlü İngiliz iktisatçı (1772-1823)
2- J. Bentham (1748 –1832), İngiliz filozof. Ölümünden sonra mumyalanmayı ve sergilenmeyi vasiyet etmiştir.
3- Thomas Robert Malthus, özü itibariyle yeryüzünde sürekli azalan kaynakların, artan nüfusun taleplerini karşılayamayacağını belirtmiş olan ve katı nüfus kontrolünü savunan sosyal mühendislerin bir anlamda akıl hocasıdır.
4- Mill’in yaşamına dair tüm bilgiler Skousen’ın “Modern İktisadın İnşası” adlı eserinde belirttiği farklı kaynaklara dayandırılarak alıntılanmıştır.