Yağmurdan sonra büyürmüş başak
Meyveler sabırla olgunlaşırmış...
(Sezai Karakoç)
Küçücük ellerine, dedesinin bahçelerindeki ağaçtan kopardığı bir avuç vişneyi alırken, merakla ve heyecanla dedesinin gözlerine bakıyordu… ‘Dede, neden vişne yemek için aylarca bekledik? Ben her zaman vişne yemek istiyorum…’ Dedesi ta uzaklara, güneşin batmaya emekleyerek gittiği, yeşil dağların ötesine dalıyordu… Belli ki ‘neden hep bekleriz?’ sorusunu, dokuz ay annesinin rahminde bekleyen torunu, çiçek açıp da kendisine soruyordu şimdi… Neden?.. Torununu dizine alırken dedesi, makro âlemden mikro âleme, dede-torun bir yolculuğa çıkacaklardı birazdan…
Nerden başlamak en doğrusuydu ki? Hangi meyve ilkin ‘bekletilmişti?’ ve ‘ne zaman yemiş vermişti?’ Dedesinin gözü asırlar öncesine, filmimizin ilk anına, evrenin yaratılışına gidiyordu… Bir ara gözleri torunun vişne yemesine takıldı ve ‘Bismillah de aslanım. Çünkü kâinatta açan ilk çiçek ve yaratılan ilk meyve, ‘kûn feye kûn’ (Yâsîn,82) tohumundan çimlenen evrenin yaratılışıdır…’
13.7 milyar yıldır neden hep bir şekilde ‘meyveler’ beklediğimizi, torunun kırmızıya bulaşan yüzünü tebessümle izleyerek açıklamaya devam etti. Zamanın kemâle ermesiyle gelişen bilim ve teknoloji, daha henüz bu hakikati anlamaya dursun, kâinatin tercümesi olan Kur’an-ı Kerim’le anlatıyordu dedesi. Yer ile göğün bir zamanlar yapışıkken birbirinden ayrıldığından (Enbiya, 30) bahsedip, milyarlarca yıl içinde, dünya ve insanlık yaratılana dek, adlarının bile anılmadığını (İnsan, 1) söylüyordu. Ve sonunda, kâinatın asıl ve yegâne meyvesine, yani insanlığın yaratılmasına geliyordu.
‘Vişne ağacının kırk yılda bir meyve vermesini ister miydin?’ diye soruyordu dedesi. ‘Hayııır, ben her zaman vişne yemek istiyorum’ diyordu torunu, ağzını şapırdatarak. Dedesi istediği cevabı almıştı. ‘Öyle bitkiler yaratılmış ki kırk yıl ömrünün sonunda ancak çiçek açıyor. (Agave franzosinii) Eğer Allah vişne ağacını öyle yaratsaydı, sen o cennet meyvesinin tadını hayatında sadece bir kez alabilirdin.’
‘Kelebekleri çok sever misin?’ diye ikinci sorusunu soruyordu. Biliyordu, geçen yaz bahçede bulduğu kelebeğin (Luna moth) birkaç gün sonra ölüp, arkasından nasıl ağladığını. Neyse ki yaz gelmiş ve kelebeklerin peşinden koşabildiği için mutluydu torunu. ‘Biliyor musun, Allah öyle kelebekler yaratmış ki 17 yılda bir kez ortaya çıkar ve birkaç gün içerisinde ölür? (Cicadas) İster miydin sevdiğin kelebeklerin tümünü 17 yıl boyunca beklemeyi ve belki ömründe sadece birkaç kez görebilmeyi?’ İstemediği her halinden anlaşılabiliyordu mahzunlaşan torununun…
“İşte kâinat yaratıldığından beri, bunun gibi nice güzel ‘meyveleri’ hep bekleyip durduk. Bu dünya her şeye kavuşmak dünyası değil. Çünkü nice lezzetlere ulaşamayıp üzülen insanoğlu, yine bekleyip erişebildikleri lezzetler de yok olup gidince tekrar üzüntüye gark olur. Demek dünya, ilanı yapılan ebedi bir sarayın tellallığını yapmakta. Her yaz sabırsızlıkla beklediğin ve sonunda yediğin vişnelerin asıl tadı, dilinde bıraktığı tat değil; onun gibi nice meyvelerin sonsuz bir bahçede yaratılmasını gösterdiğinden ve ona bir misal olmasından, kalbinde bıraktığı tattır. Onlarca yıl çiçek açmayan bitkileri ömründe bir kez görmenin asıl meyvesi, baki bir bostanda açan çiçeklerin hiç solmayacak ve ölmeyecek olmasını sana fısıldamasıdır. Bin bir güzellikte kelebeklerin birkaç gün yaşaması seni üzmesin. Onların asıl kanatlarındaki güzellik, sonsuz bir gül bahçesi üzerinde raks edeceklerini kalbine konarak hatırlatmalarıdır…”
“Sana son bir soru” diyordu dedesi, güneş batmış ve evlerine girmeye hazırlanıyorlardı. “Kâinatın en tatlı, en güzel ve canlı cansız herkesin tatmakla hayattar olduğu meyvesi nedir?” Torununu öpüp, gülümsüyordu… “O meyve Peygamber Efendimiz’dir (sas) ki, evrenin milyarlarca yıldır beklediği, ilkin yaratılmasına rağmen en son yemiş vermiş, en güzel meyvesidir…”