İslam doğru anlaşılıp yaşandığı takdirde gerek fertlerin gerekse toplumların huzur ve saadetini temin edecek ilke ve kurallara sahiptir. Tarihte Müslümanlar kendi dinlerini doğru anlayıp bu anlayışı hayatlarına yansıttıkları dönemde dünyanın üç kıtasında asırlar boyunca üstün bir konumda hüküm sürmüşlerdi. Müslümanların yeniden güçlü, gelişmiş, müreffeh ve huzurlu bir duruma gelmeleri bir hayal ve ütopya olmayıp onların gayret ve çalışmalarına bağlıdır.
Sorunun Ortaya Konması
Müslümanların inancına göre İslam dini ilahî kaynaklı son dindir. Kur’an, Allah tarafından gönderilen son ilahî kitap, Hz. Muhammed (sav) Allah tarafından gönderilen son peygamberdir. İslam dini dışındaki dinler ya Budizm, Hinduizm gibi insanlar tarafından uydurulan birtakım inanç sistemlerinden oluşmakta ya da Yahudilik ve Hristiyanlık gibi aslı itibarıyla ilahî kaynaklı olsa da zaman içinde insanlar tarafından aslı bozulmuş bulunmaktadır. Dinin tanımı yapılırken “insanları dünya ve ahirette huzur ve saadete götüren ilahî kurallar bütünü” şeklinde tanımlanır. Oysa İslam dini, Allah’tan geldiği halini korumasına rağmen bu dine mensup olan Müslümanlar günümüzde dünyevi ölçekte huzur ve saadete sahip değildirler. Yeryüzünde kan ve gözyaşının aktığı topraklar Müslümanlara aittir. Bilim ve teknolojik gelişme açısından bakıldığında Müslümanlar gerek tahrif edilmiş dinlere mensup ülkelerden (Amerika, Avrupa vb.) gerekse ilahi dine mensup olmayan ülkelerden (Çin, Japonya vb.) geri durumdadır. Müslümanlar arasında siyasi birlik bulunmamakta, İslam dünyasında terör, iç savaşlar, ekonomik krizler yaşanmaktadır.
İslam’ın öğretileri, Kur’an ve Hz. Peygamber’in sünneti Müslümanları içinde bulundukları kötü durumlardan kurtarmamaktadır. Bu durumda dinin dünyada insanlara huzur ve saadeti getirdiğini nasıl söyleyebiliriz? İslam’a mensup ülke ve milletler niçin bilim ve teknolojide geri konumdadır? Müslümanların yaşadıkları bölgelerde niçin insan hakları ihlalleri, baskılar söz konusudur?
Bu soruya doğru bir şekilde cevap verebilmek için şu hususları göz önünde bulundurmamız gerekir:
1. Maddi Başarılar ve Teknolojik İlerleme Doğrudan Din ile İlgili Değildir
Herhangi bir dine mensup olmak ya da olmamak doğrudan doğruya ilerleme ya da gerileme sebebi olamaz. İnsanlık tarihi boyunca hak dine mensup olmadığı halde yeryüzünde maddi başarılar elde etmiş, “ilerlemiş” pek çok medeniyetlerin bulunduğunu Kur’an bize haber vermektedir. Bir ayette Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin sonu ne olmuş görmezler mi? Onlar kendilerinden çok daha kudretliydiler; toprağı iyice işlemişler, yeryüzünü bunların imar ettiğinden daha fazla imar etmişlerdi. Onlara da peygamberleri nice açık kanıtlar getirmişti. Şu halde Allah onlara asla zulmetmiş değildir, asıl onlar kendilerine zulmetmişlerdir.” (er-Rum 30/9)
Bu ayette Yüce Allah, Hz. Peygamber dönemindeki Mekke müşriklerine seslenerek onların yeryüzünde ticari seyahatlere çıktıklarında önceki medeniyetlerin kalıntıları üzerinde inceleme ve araştırma yapmalarını istemekte, bu medeniyetlerin peygamberleri yalanladıkları halde güçlü ve kuvvetli olduklarını, yeryüzünü bayındır hale getirdiklerini, ancak inkarcı tutumları sebebiyle sonunda tarihten silinip gittiklerini belirtmektedir.
Bir başka ayette ise geçmişte güçlü medeniyetler kuran, maddi başarılar elde eden ancak inkarcılıkları sebebiyle helak edilen toplumların geride bıraktıkları sahipsiz şehirlerden söz edilerek şöyle denilmektedir:
“Zulme dalmışken helak ettiğimiz nice beldeler var ki evlerinin duvarları çatıları üzerine yıkılmış, ıpıssız kalmıştır. Şimdi oralarda kullanılamaz hale gelmiş nice kuyular, (harap olmuş) nice görkemli köşk var!” (el-Hac 22/45)
Geçmişteki en büyük ve görkemli şehirler inşa eden kimi kavimler, piramitleriyle ünlü Mısır’da hüküm süren Firavunlar kendi dönemlerinde göz kamaştırıcı maddi imkanlara sahip olmuşlardı. Kur’an bu hususu şu şekilde dile getirir:
“Görmedin mi, Rabbin ne yaptı Âd kavmine; ülkeler içinde benzeri yaratılmamış olan, sütunlarla dolu İrem’e; Vadide kayaları oyarak şehir yapan Semûd’a; Kazıklı Firavun’a? İşte bunların hepsi ülkelerinde azgınlık etmişlerdi. Oralarda durmadan fesat çıkardılar. Bu yüzden Rabbin onların üzerine kırbaç gibi ceza yağdırdı. Çünkü Rabbin her şeyi yakından izlemektedir.” (el-Fecr 89/6-14)
Allah Resulü’nün peygamberliğinin ilk yıllarında Müslümanlar maddi sıkıntılar içinde yaşıyorlar, buna karşılık müşrikler hem ticari seyahatler yaparak farklı beldeleri geziyorlar, hem de maddi açıdan servetlerine servet katarak zenginliklerini katlıyorlardı. Bu durum ilk Müslümanların zihinlerinde bazı soru işaretlerinin doğmasına sebep oluyor, Allah’ın niçin böyle bir şeye izin verdiği konusunda meraklar uyanıyordu. Kur’an bu türden bazı sorulara Peygamberimizi muhatap alarak cevaplar vermiştir. Bu ayetlerden birinde Rabbimiz şöyle buyurur:
“İnkâr edenlerin (gönüllerince) diyar diyar dolaşmaları sakın seni yanıltmasın; Az bir faydalanmadan sonra onların sığınakları cehennemdir. Ne kötü bir mesken!” (Âl-i İmran 3/196-197)
Bütün bu açıklamalardan sonra şu tespitte bulunabiliriz: Maddi başarılar ve teknolojik ilerleme bir dine mensup olmaya bağlı değildir. Bir toplumun hak dine mensup olması onu otomatik olarak maddi bakımdan ilerletmeyeceği gibi batıl bir dine mensup olması yahut dinsiz olması da onu otomatik olarak geri bırakmaz.
2. Maddi Başarı ve İlerlemenin Değişmez Birtakım Kuralları Vardır
Allah’ın gerek tabiatta gerekse sosyal yaşamda değişmeyen birtakım kuralları vardır. Bunlara sünnetullah adı verilir. Toplumsal yaşama ilişkin kurallardan birisi de şudur: “Bir toplumun kalkınması, maddi yönden zenginleşmesi, bilim ve teknolojide ilerlemesinin birtakım şartları vardır. Bu şartları hangi toplum yerine getirirse o toplumlar ilerler. Hangi toplum bu şartları yerine getirmezse ilerleyemez.”
Kur’an bu hususu şu şekilde ifade eder:
“İnsan ancak çabasının sonucunu elde eder ve çabasının karşılığı ileride mutlaka görülecektir.” (en-Necm 53/39-40)
Müslümanlar tarihin belirli dönemlerinde bu şartları yerine getirdikleri için yeryüzünde üstün bir konumda bulunmuşlar, bilim ve teknolojide ileri gitmişlerdir. Tarihte pek çok maddi buluşun Müslüman alimler tarafından gerçekleştirildiği bilinmektedir. (Bu konuda merhum Prof. Dr. Fuat Sezgin’in “İslam’da Bilim ve Teknik” adlı beş ciltlik muhteşem eseri son derece önemli bilgi ve belgeler sunmaktadır.) Müslümanların maddi başarı ve ilerlemenin şartlarını ihmal ettiği yüzyıllarda bu ilerleme yerini duraklama ve gerilemeye bırakmıştır. Yüce Allah, ilerlemenin şartlarını yerine getirmedikleri sürece sırf Müslüman oldukları için bir toplumun üstün konuma gelmesini sağlamaz. Bu önemli kuralın İslam tarihindeki en önemli ispatı Uhud Savaşı’dır. Bilindiği üzere Uhud Savaşı’nın iki aşaması bulunmaktadır. Savaşın ilk aşamasında Müslümanlar, liderleri ve komutanları olan Hz. Peygamber’in talimatlarını başarılı bir şekilde yerine getirdikleri için galip durumdaydılar. Ancak başta Hz. Peygamber’in stratejik öneme sahip bir mevkiye yerleştirdiği 50 okçudan bir kısmının bu mevkiyi terk etmeleri, bazı Müslümanların erken galibiyet sevincine kapılmaları, ganimetten pay alma düşüncesi gibi sebeplere bağlı olarak savaşın gereklerini yerine getirmeyi bıraktılar. Bu defa o esnada henüz Müslüman olmamış olan Halid bin Velid komutasındaki düşman askerleri galibiyetin gereklerini yerine getirmeye başladı ve Müslümanlar, galip başladıkları savaşta sonuç elde edemediler, pek çok şehit verildi. Kur’an bu olayı şu şekilde anlatmaktadır:
“Andolsun ki Allah size verdiği sözü yerine getirdi. Hatırlayın ki O’nun izniyle kafirleri öldürüyordunuz, ama Allah size istediğiniz zaferi gösterdikten sonra gevşediniz, emre itaat hususunda birbirinizle tartıştınız ve emre aykırı hareket ettiniz; içinizden kimi dünyayı istiyordu, kiminiz de ahireti istiyordunuz; derken Allah denemek için onların karşısında sizi bozguna uğrattı. Sonunda yine de sizi bağışladı. Allah müminlere karşı lütufkârdır.” (Âl-i İmran 3/152)
Her dönemdeki Müslümanların Uhud Savaşı tecrübesinden alacakları çok büyük dersler vardır. Bu derslerin başında şu gelmektedir: Komutanı Allah Resûlü (sav) olan, askerleri sahabe olan bir ordu karşılarında putperest müşrikler bulunsa bile bir savaşı kazanmak için yapılması gerekenleri yapmazlar ise o savaşta galip gelemezler.
3. Maddi Başarılar ve Teknolojik İlerleme de Bir İmtihandır
Dünya hayatında fert ve toplumların kendi iradeleriyle veya iradeleri dışında karşılaştığı tüm durumlar imtihan kapsamına dahildir. Yüce Allah imtihan gereği mümin bir toplumu çeşitli sıkıntılarla sınayabileceği gibi yine imtihan gereği inkarcı bir toplumu birtakım nimetler vererek de sınayabilir. Müminlerin çeşitli sıkıntılarla sınanabileceği şu ayette belirtilmiştir:
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!” (el-Bakara 2/155)
İnkarcı toplumların dünyevi alanda üstünlük, maddi başarılar, teknolojik gelişmeler de dahil olmak üzere çeşitli nimetlere sahip kılınabileceği ise şu ayette ifade edilmiştir:
“Sanıyorlar mı ki, onlara mal ve evlatlar verirken yalnızca iyilikleri için çırpınıyoruz! Hayır, onlar işin farkına varamıyorlar.” (el-Mü’minûn 23/55-56)
“İnkar edenler, kendilerine vermiş olduğumuz fırsatın sakın onlar için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Onlara verdiğimiz fırsat ancak günahlarını arttırmaya yarıyor. Onlar için alçaltıcı azap vardır.” (Âl-i İmran 3/178)
Eğer mümin toplumlar sürekli maddi yönden üstün, refah içinde ve mutlu olmuş olsaydı bu durumda iman eden herkesin dünyada nimetlere sahip olması iman konusunu bir imtihan konusu olmaktan çıkarırdı. Bu yüzden hak ile batıl mücadelesinde kimi zaman hak batıla galebe çalarken kimi zaman da batıl üstün kılınmıştır ki imtihan sırrı bozulmasın.
Rabbimiz, Uhud Savaşı’ndaki yenilgiye dair indirdiği ayette şöyle buyurmuştur:
“Eğer siz (Uhud’da) bir yara aldıysanız bilin ki o topluluk da benzeri bir yara almıştı. Allah’ın gerçek müminleri ortaya çıkarsın ve uğrunda şehitleri olsun diye o günleri biz insanlar arasında döndürüp duruyoruz. Allah, zalimleri sevmez. Bir de Allah, iman edenleri günahlardan arındırmak, kafirleri de yok etmek için böyle yapıyor.” (Âl-i İmran 3/140-141)
İnkarcılar, dünyada elde ettiği geçici başarılara güvenerek inkarlarını artırarak devam ederler. Bunun sonucu olarak da hem dünyada hem de ahirette hüsrana uğrarlar.
4. Din Doğru Anlaşıldığı Takdirde Dünyevi Başarılar İçin İtici Bir Kuvvet Olabilir, Yanlış Anlaşıldığı Takdirde Dünyevi Başarıları Engelleyen Bir Faktöre Dönüşebilir
Burada aklımıza şöyle bir soru gelebilir: Allah Kur’an’da kafirlere karşı müminler aleyhine yol vermeyeceğini belirtmekte, Allah’ın taraftarlarının galip geleceğinden söz etmektedir. Ancak pratikte biz bunun niçin tersini görüyoruz?
Allah’ın kafirler karşısında müminlere yardım etmesi müminlerin o yardımı hak edecek davranışları sergilemesine bağlıdır.
Konumuzun başında bir dine mensup olma ya da olmamanın doğrudan doğruya bir toplumun ilerlemesi, maddi başarı elde etmesi için yeterli olmadığını belirtmiştik. Yine Müslüman alimlerin tanımlarına göre hak dinin insanları dünya ve ahirette huzur ve saadete götüren ilahi bir nizam olarak görüldüğünden söz etmiştik. Bununla birlikte bu durum, dindar her insanın dünya ve ahirette otomatik olarak huzurlu ve mutlu olacağı, maddi ve manevi yönden daima iyi bir durumda bulunacağı anlamına gelmez. Burada “din” ile “dindar” arasında, “İslam” ile “Müslüman” arasında bir ayrım yapmak zorunludur. Bunu günlük hayattan bir örnekle anlatmaya çalışalım:
Yemek, tabiatı itibarıyla insanın açlığını giderme özelliğine sahiptir. İnsan yemek yediğinde bedeni biyolojik ihtiyaçlarını karşılamış olur, açlığın meydana getireceği güçsüzlük ve rahatsızlık durumunu bedeninden def eder. Kişinin elinde sağlık ve hijyen bakımından mükemmel bir yiyecek bulunmakla birlikte kişi bu yiyeceği yemezse yahut yemiş olsa bile bedeninin ihtiyaç duyduğu miktardan çok ya da az miktarda yerse o yemek kişiyi huzurlu etmez, tam tersine sağlığını bozabilir. Bu durum yemekten değil yemeğe sahip olduğu halde onu yemeyen veya uygun bir şekilde yemeyen kişiden kaynaklanmaktadır.
İlaç, tabiatı itibarıyla hastalığı giderme özelliğine sahiptir. Bununla birlikte bir hasta ilacı doktorun tavsiye ettiği şekilde kullanmayıp kendi kafasına göre kullanırsa yahut ilaç elinde bulunduğu halde kullanmazsa şifa bulamaz. Hatta belki uygun ve zamanında alınmayan ilaçlar bu kişide başka hastalıkların oluşmasına yol açabilir. Bu durum ilaçtan değil o ilacı uygun şekilde kullanmayan hastadan kaynaklanmaktadır.
Rabbimizin bir rahmet olarak gönderdiği yüce İslam dini de tıpkı gıda ve ilaca benzer. Müslümanlar bu gıda ve ilacı ellerinde bulundurduğu, çoğu Müslüman söz konusu gıda ve ilacı uygun zaman ve dozda, belirtilen şekilde kullanmadığından ya karnı doymamakta, şifa bulmamakta yahut da kendi yanlış kullanımı sebebiyle yeni hastalıklara yol açmaktadır.
İslam dini doğru anlaşıldığı takdirde bu anlayış Müslümanları bilim ve teknoloji başta olmak üzere dünyevi konularda da üstün bir noktaya ulaşmaları konusunda itici bir güç olur. Rabbimiz, Müslümanların dünya üzerinde söz sahibi olmaları gerektiğini, bunun için de düşmanlarına karşı zamanın caydırıcı gücüne sahip olmaları gerektiğini belirterek şöyle buyurur:
“Allah’ın ve sizin düşmanlarınızı ve onların gerisinde olup sizin bilmediğiniz, ama Allah’ın bildiklerini korkutup caydırmak üzere, onlara karşı elinizden geldiği kadar güç ve savaş atları hazırlayın. Allah yolunda harcadığınız her şeyin karşılığı, zerrece haksızlığa uğratılmadan size tastamam ödenecektir.” (el-Enfal 8/60)
Bir Müslüman ülke veya toplum bu ayetin ortaya koyduğu mesajı doğru anladığı takdirde zamanın gücü ne ise o güce sahip olmak için gayret göstermeleri gerektiğini bilirler. Ancak bu ayetin verdiği mesaj idrak edilmez de yanlış bir tevekkül anlayışından hareketle tedbir almayı terk ederlerse o zaman düşman karşısında zayıf konuma düşerler. Günümüzde İslam dünyasında Müslümanların büyük çoğunluğu yanlış bir kader ve tevekkül anlayışının girdabına düşmüş, kendi üzerine düşen vazifeleri ihmal etmiştir. Böyle olunca da dünyevi konularda bütün gücüyle çalışan gayrimüslimler üstün bir konuma ulaşmışlar, Müslümanlar üzerinde tahakküm kurmuşlardır.
İslam dünyasında görülen bölünmüşlük, parçalanmışlık, iç savaşlar, terör gibi hadiseler için de aynı şeyi söylemek mümkündür. Yüce Rabbimiz Kur’an’da Müslümanları defaatle birlik olmaları, ayrılığa düşmemeleri konusunda uyarmış, aralarında çekişmeye, kavgaya tutuştukları takdirde güçlerinin ellerinden gideceği uyarısında bulunmuştur. Rabbimiz bu konuda şunları söylemektedir:
“Allah ve Resulüne itaat edin, birbirinize düşmeyin, sonra zayıflarsınız ve zaferi elden kaçırırsınız. Sabredin, kuşkusuz Allah sabredenleri sever.” (el-Enfâl 8/46)
Günümüzde Müslüman toplumlar Yüce Allah’ın bu önemli uyarısını göz ardı ettiklerinden Müslümanlar büyük ölçüde zaafa uğramışlar, düşmanları olan sömürgeci güçler karşısında mağlup duruma düşmüşlerdir. Bu, dinin değil o dinin talimatlarını düzgün bir şekilde uygulamayan toplumların yol açtığı bir durumdur.
Bu konuda daha başka şeyler söylemek mümkün ise de sonuç olarak şunları söyleyebiliriz:
İslam doğru anlaşılıp yaşandığı takdirde gerek fertlerin gerekse toplumların huzur ve saadetini temin edecek ilke ve kurallara sahiptir. Tarihte Müslümanlar kendi dinlerini doğru anlayıp bu anlayışı hayatlarına yansıttıkları dönemde dünyanın üç kıtasında asırlar boyunca üstün bir konumda hüküm sürmüşlerdi. Ancak İslam’ın emir ve yasaklarına bir bütün olarak bağlı kalmaktan geri durmak, yanlış bir kader ve tevekkül sonucunda çalışmayı ve tedbir almayı terk ederek tembellik ve gevşeklik göstermek, toplumsal birlik ve beraberliği zedeleyecek tartışmalara dalmak gibi birtakım sebeplere bağlı olarak İslam toplumları güç ve kudretini kaybetmiş, düşmanları karşısında sömürge konumuna düşmüşlerdir. Müslümanların bu duruma düşmelerinin sebebi İslam dini olmadığı gibi gayrimüslimlerin güçlü konumda bulunmalarının sebebi de onların İslam’ı kabul etmemiş olmaları değildir. Müslümanların yeniden güçlü, gelişmiş, müreffeh ve huzurlu bir duruma gelmeleri bir hayal ve ütopya olmayıp onların gayret ve çalışmalarına bağlıdır. Rabbimiz şöyle buyurur:
“Allah, içinizden iman edip dünya ve ahiret için yararlı işler yapan kimselere vaad etti ki, kendilerinden öncekilere verdiği gibi onlara da yeryüzünde iktidar verecek, onlar için hoşnutluğuna vesile kıldığı dinlerinin yerleşip yayılmasını sağlayacak, şu andaki korkularını güvenliğe çevirecektir; çünkü onlar bana hiçbir şeyi ortak koşmaksızın kulluk etmektedirler. Bütün bunlardan sonra kim inkara saparsa yoldan çıkmış kimseler işte bunlardır.” (en-Nûr 24/55)