Gönül yapmayı hayatının misyonu hâline getirmek, ne büyük bir bahtiyarlıktır. Âhiret azığı adına, heybemize imar edilmiş gönüller doldurup Rabbimizin huzuruna varmak kim bilir ne güzel bir varış olacaktır!
Gönül yapmayı hayatının misyonu hâline getirmek, ne büyük bir bahtiyarlıktır. Âhiret azığı adına, heybemize imar edilmiş gönüller doldurup Rabbimizin huzuruna varmak kim bilir ne güzel bir varış olacaktır!
Şair Bahattin Karakoç’un “Azıksız çıkma yolu” nakaratlı şiirinin bir mısrası şöyledir:
“Nereye gidersen git, heybene gönül doldur”
Evet, gönül almak, gönle girmek, gönül yapmak, hususiyle irfan medeniyetimizin ısrarla üzerinde durduğu faziletlerden birisidir. Zira gönül, nazargâh-ı ilâhîdir. Yani Hakk’ın kulunda baktığı yerdir. Hatta küçük kâinât olan insanın Rabbiyle buluştuğu has evidir. Diğer bir ifadeyle “Beytullah”tır, “Arş-ı Rahmân”dır. Gönlü böyle izah eder ehl-i gönül. Anadolu topraklarını irfan suyu ile mayalayan âriflerimizden biri olan Yûnus Emre’nin şu mısraları da insanlığı “Gönüller yapma”ya çağırır:
Ben gelmedim da’vi için benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmağa geldim
Ferdiyetçiliğin, bencilliğin, menfaatperestliğin, kavga ve savaşların arttıkça arttığı şu dünyamızda, başkalarının mahzun ve kederli gönüllerinin derdine düşmek, onların imarı için bir şeyler yapmanın gayretine soyunmak, ne yüce bir himmettir. Gönül yapmayı hayatının misyonu hâline getirmek, ne büyük bir bahtiyarlıktır. Âhiret azığı adına, heybemize imar edilmiş gönüller doldurup Rabbimizin huzuruna varmak kim bilir ne güzel bir varış olacaktır!
Gönül gözetmek, büyüklerin büyüklük nişanıdır. Gönüllere diken batırmak ya da onları hiç hesaba katmamak ise ham insan tavrıdır. Şimdi burada şu tablolardaki asalete, letâfete ve inceliğe bir nazar kılalım:
Abdullah İbn-i Ömer (radıyallâhu anh) anlatır:
“Resûlullâh (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile bir seferde idik. Ben babam Ömer’e âit olan genç bir devenin üstündeydim. Onu zaptedemiyor, kafilenin önüne geçip duruyordum. Babam bu duruma üzülerek geliyor, deveyi geriye alıyor ve:
“Ona sâhip ol! Allâh Resûlünün önüne geçmesin”, diyordu. Bunun üzerine Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem):
“Onu bana satar mısın ey Ömer!” buyurdu. Babam:
“O sizindir ey Allâh’ın Resûlü!” diyerek deveyi ona sattı. Bundan sonra Fahr-i Kâinât Efendimiz bana şöyle buyurdu:
“O senindir ey Abdullah! Artık onu istediğin gibi kullan.”
Burada da görüldüğü gibi Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), gönüllerdeki duyguları hissederek, onları doyurarak ve yönlendirip organize ederek bir ümmet oluşturuyor. Genç Abdullah’ın gönlünün daralmasına razı olmuyor ve kim bilir bu davranışıyla, hem Abdullah’ın hem de babası Ömer’in gönlüne ne muhabbet tohumları ekiyordu. O’nun gözünde ve gönlünde, yaşı ve seviyesi ne olursa olsun her insan kıymetliydi ve O, her gönülle bir bağ kurmanın zaruretine inanıyordu. Zâten yetiştiren ve geliştiren liderlikler, başka türlü gerçekleştirilemezdi.
Tâbiînden âlim, fâzıl, muhaddis ve sûfî bir zât olan Abdullah İbn Mübârek, hac vazifesini îfâ ettikten sonra Mekke’de Harem’de uyku ile uyanıklık arası bir halde iken semâdan iki meleğin indiğini müşâhede eder. Meleklerden biri diğerine:
“Bu sene altı yüz bin kişi haccetti. Hepsinin haccı, Şam’da Ali İbn Muvaffak ismindeki bir ayakkabı tamircisinin yaptığı amelin hürmetine makbul oldu. Bu kişi hacca gitmeye niyet etti, lâkin gidemedi. Onun yaptığı bir amel hürmetine bu kadar hüccâcın haccı kabul edildi.” der.
Yakaza hâli geçince Abdullah İbn Mübârek, merak ve hayret içinde kaldı. Bir kervan ile Şam’a gitti. O zâtı bulup sordu:
“Sen hacca gitmediğin hâlde ne amel işledin?”
Ali İbn Muvaffak, Abdullah İbn Mübârek gibi meşhur bir zâtı karşısında görünce önce çok şaşırdı. Heyecanından kendinden geçti. Kendisine geldiğinde şöyle anlattı:
“Otuz senedir hacca gitmeyi arzu eder dururdum. Eskicilikten üç yüz dirhem para biriktirdim. Hac yolculuğuna niyet ettim. Hâmile olan hanımım:
“Komşudan et kokusu geliyor; gidip benim için bir parça et ister misin?” dedi. Komşuma gittim. Durumu anlattım. Komşum ağladı:
“Yedi gün oldu ki, çocuklarım açtır. Yolda ölü bir hayvan buldum. Ondan bir parça kestim. Şimdi onu kaynatıp onları avutuyorum. Helâl bir gıdâ bulamazsam, mecbûren onu yedireceğim. İsterseniz vereyim, fakat bu kaynayan et, ölümle burun buruna geldikleri için bu çocuklara helâl, size ise haramdır.” dedi.
Bunu duyunca, sanki içimden bir parça koptu. Bin bir zorlukla biriktirdiğim bu 300 dirhemi ona verdim ve “Yâ Rabbî, hac niyetimi kabul et!” diye Rabbime ilticâ ettim.” dedi. Bunun üzerine Abdullah İbn Mübârek:
“Rabbim bana rüyada doğruyu bildirmiş!” dedi.”
Ali Ulvi Kurucu Hocaefendi anlatıyor:
“Bir gün amcam Hacıveyiszâde ile yakındaki bir sebze pazarına gittik. Meydanın orta yerinde, elinde şemsiyesiyle bir ihtiyar, bahçesinden topladığı patlıcanları küçük bir çuvala koymuş, çuvalın ağzını açmış, müşteri bekliyor...
Amcam vardı. Adamcağıza selâm verdi, “Kaça babam?” dedi. “Şu kadara.” Peki! Pazarlık etmedi. Adam patlıcanları bizim sepete döktü, çuvalını aldı.
Sepeti eve götürdüm. Yengem şaştı.
“Allah’ın kulu, kaç gün pişireceğiz bunları? Burada bir çuval patlıcan var!”
Sonra yengem bunu amcama da söyleyince, amcam şöyle demiş:
“Koskoca insan. Hangi köyden geldi, bahçesi neredeydi kim bilir? Ekti, dikti, suladı, toparladı, pazara kadar yayan geldi... Hanım, pişireceğin kadarını pişir, pişiremeyeceğini komşulara dağıtıver. O anda o adamın, malını satıp, kurtulup, çuvalını silkeleyip, şemsiyesini alıp, bir gidişi var evine... Onun oturduğu yerden kalkıp, ferahlayıp, çuvalını katlayıp kolunun altına alıp evine gitmesinden aldığım zevk, pişireceğin patlıcandan kıymetli geldi bana... Komşulara veriver, komşular yesinler... O Müslümanın gönlünü aldık ya, patlıcan yemeğinden de, kebabından da zevklidir...”
Mahzun gönülleri sevindirmenin, farzlardan sonra en mühim hayırların başında geldiğini hiçbir zaman unutmamalı. Bu âlemde birinin sıkıntısına çâre olmak, ebedî âlemde ferahlamanın anahtarıdır. Bu rahatlamanın huzur nefesi, daha bu âlemde iken gönül hanemizde hissedilecektir. Gönül almak ne büyük bir hayır müjdesi ise gönül kırmak da o ölçüde büyük bir felâket habercisidir. Herkesin gönül almaya yeter bir sermayesi, imkânı ve fırsatı vardır. Bütün mesele bunun farkında olabilmektir.