
Can gözü ve can kulağı kapalı nice kimseler vardır ki, işte Kur’an’a göre gerçek engelliler bunlardır. Beden özrü dünyaya ait bir özürdür; fakat candaki özür, ahiret aleminde de var olmaya devam edecektir.
Ülkemizin önde gelen kişisel gelişim uzmanlarından biri, engellilere yönelik verdiği bir konferansın başlığını “Canda Özür Olmaz” şeklinde belirlemişti. Böyle bir slogan, ilk bakışta muhatap kitleye pozitif bir bakış açısı kazandırmayı hedefleyen dikkat çekici bir başlık gibi görülebilir. Fakat gerçek böyle olabilir mi? Yoksa “Esas Özür Canda Olur” mu demek gerekirdi. Kanaatimizce ikincisi daha doğru bir ifadedir. Yüce Allah Rasülüne hitaben şöyle buyurur:
“… Sanırsın ki sana bakıyorlar; fakat onlar görmüyorlar.” (A’râf Sûresi, 7/196)
Kur’ân-ı Kerim uyarıyor:
“Ey mü’minler! İşittik deyip de hakikatte işitmeyenler gibi olmayın!” (Enfâl Sûresi, 8/21)
Beş duyu deyince, beden kalıbındaki beş uzvu anlamak ne kadar doğrudur. Onlar, hakikatte şu görünen âleme açılan pencerelerdir. Gerçekte ise gören, işiten, duyan ve konuşan candır. Can gözü ve can kulağı kapalı nice kimseler vardır ki, işte Kur’an’a göre gerçek engelliler bunlardır. Beden özrü dünyaya ait bir özürdür; fakat candaki özür, ahiret aleminde de var olmaya devam edecektir. “Kim bu dünyada körse ahirette de kör olacak; öyle ki yolunu büsbütün kaybedecektir” (İsrâ Sûresi, 17/72) ilâhî beyânı bu gerçeğe işaret eder.
Kulakları olduğu halde işitmeyen, gözleri olduğu halde görmeyen, kalpleri olduğu halde idrak etmeyen kimseler, Kur’anın ifadesine göre en aşağı yaratıklardır ve esas acınacak halde olanlardır. Bunun için denilebilir ki can özrünü tedavi için büyük bir sahra hastanesi kurulsa yeridir. Çünkü kendini sağlam zanneden nice engelliler vardır.
Hakikati öğrenme yolları diğer bir ifadeyle bilginin kaynağı olarak genel de beş duyu (görme, işitme, koklama, dokunma ve konuşma) kabul edilir. Bu beş duyu ile de çoğu zaman bedendeki beş duyu kastedilir. Sihhatli olmaları durumunda bunlardan gelen bilgilere güvenilebileceği, sıhhatli değilse bilgilerin de sıhhatli olmayacağı ifade edilir. Belki dış dünyaya ait bir takım bilgilerin elde edilmesinde bedene ait bu duyuların önemi inkar edilemez ise de esasen candan özürlü olanların, görünen âleme ait elde ettikleri bilgiler bile, çoğu zaman zandan (kanaatten) öteye geçemez. Can gözü, can kulağı ve canın idrâk merkezi olan kalp sıhhatli değil de özürlü hale gelmişse, görünenin ötesine dair ya da görünmeyen âleme ait tüm bilgi kanalları da kapanmış demektir. Kur’an böylelerini karanlıklara hapsolmuş kişiler olarak tarif eder. Hakikatin keşfi ve idrâki, ancak candaki özürlerin giderilmesiyle mümkündür. Peki bu nasıl olacaktır?
Mevlânâ’yı dinleyelim:
“Şehvet duygusunun kulağına pamuk tıkayınız. Yâni, süflî, aşağı duy¬gulara âit sesleri duyan, şu görünen baş kulağınızı sağır hale getiriniz ki, can kulağınız açılsın da, Hakk`ın, hakîkatin sesini duyabilesiniz. Aslında şu görünen baş kulağımız, can kulağımızın pamuk tıkacıdır. Bu sebepledir ki baş kulağımız tıkanmadıkça, can kulağımız sağır olarak ka¬lacaktır.
Eğer sen, can aklının, şüpheye, tereddüde düşmemesini istiyor isen gaflet pamuğunu can kulağına tıkama.
Can kulağına, gaflet pamuğu tıkama da, Allah`ın muammâlarını anla; gizli açık, söylediği sözleri idrâk et.
Böyle yaparsan, can kulağı vahy yeri olur. Vahiy nedir? Bu beş duy¬udan da gizli söylenen söz.
Gözünüzden de, dünya sevgisi bağını kaldırıp atınız...
Can kulağı ile duymak, can gözü ile görmek; bu bizim bildiğimiz işitmek ve görmek duygularından bambaşkadır. Akıl kulağı da his kulağı da bu vahiy ve ilhâmın idrakinden âcizdir, yaya kalmıştır.”
Evet canı özürlü kılan, bâtıl inanışlar, boş itikatlar, hayata dair nefsânî paradigma ve önyargılar, putlaşmış heves ve arzulardır. Can özrünü tedavi edecek olan da doğru bir iman, nur-i Kur’an ve hakiki bir can doktorudur. Bazı hastalıklar ancak hastanede ortaya çıkar. Erken teşhis önemlidir. Can cevherindeki hastalık emareleri ilerlemeden tabib-i manevî arayışına çıkıp “Canda özür bırakmamak” en akıllı iştir.