Sadeleşme Atakları
Bu ataklar neye göre yaşanır? Öyle ya arkasında bir felsefe olmalı ki, her eşya için uygulamakta zorluk çekmemeli, o eşyayı tutmalı mı, özgür mü bırakmalı karar verebilesiniz. Bir tür cetvel, ölçü birimi yani. Şimdi, geçmişte denediğim birkaç metodu yazayım.
Kullanmıyorsan Ver Gitsin
Çok kolay görünüyor ama epey aldatıcı bir metod. Bir kere her şeyden önce, sakla samanı gelir zamanı atasözü ile büyütülmüş bir nesiliz. Yine halamın meşhur sözü çınlar hep kulaklarımda: Kırk gün durak bir gün gerek. Yani kullanmıyorum diye atma, elbet bir gün gelir ihtiyaç hissedersin. Hal böyle olunca o fazla fazla havlular “ama misafir gelince kullanırım” diye evde kalıyor mesela. Ya da kapağını yıllardır açmadığınız kitap. “Ama bu kaynak kitap, ya bir araştırma için lazım olursa?” diyorsunuz ve tozunu alıp yerine yerleştiriyorsunuz.
Bu metodun özellikle kıyafetlere uygulanan düsturu şu: Bir sene giymediysen, verebilirsin. Öyle ya bir sene boyunca ihtiyacın olmadıysa demek ki gardırobunda olmasa da olur. Nispeten işe yarayan bir bakış açısı. Fakat burada da “ya şöyle şöyle olursa” diye sizi geri çeken sesler olmuyor değil.
Feng Shui
Doğu düşüncelerine merakı olanların bildiği bir kavram. Evin içinde enerjinin rahat dolaşması için eşyaların belli bir düzende yerleştirilmesi gerektiğini söyler, en özet haliyle. Tabi başka düsturları da var. Mesela Feng Shui’ye göre, yukarıdaki gibi, bir gün gelir lazım olur diye düşünmek, insanın geleceğe olan güvensizliğinin işareti. Yine geçmişe dair hiçbir şeyi atamamak da geçmişle ilgili sorunları ele veren bir ipucu. Yani feng shui’yi baz alırsanız da eşya biriktirmemek ve saklamamak durumundasınız. Beni çok rahatlatan, sadelik ataklarında zihnimi berraklaştıran yönleri oldu bazı bilgilerin. Fakat tamamıyla uygulamak çok da kolay değil. O yüzden bu fikirlerden de istifade edip, başka bir arayışa geçtim.
100 Eşya Kuralı
Bu da bir akımdı. Amerika’da bir adamın başlattığı (nette çok bilgi var ama detaylandırmayacağım, 100 things diye aratılırsa kaynaklar çıkacaktır) bir akım. Bu adam hatırladığım kadarı ile epey dağınık biri. Ve bir gün toplanmaya karar veriyor. Evde her şey evet her şey dahil sadece 100 parça eşya kalması gerektiğini savunuyor. Benim için ilk anda sönen akımlardan biri oldu bu. Ben sadece kitaplığıma bile bu kıstas ile baksam, çoktan sınıfta kalırdım. Kaldı ki bütün ev için sadece 100 eşya! Bilirsiniz bizim yemek takımlarımız bile 100 parçadan fazladır. E ne yapayım yani, misafir gelince plastik kaşık çatal mı almalı? Ben de tüm eve olmasa bile evin bölümlerine uygulasam diye düşündüm. Fakat yine de olmayacaktı. Mutfakta sadece 100 eşya? 12 kişilik çatal kaşık takımı bile neredeyse 100 parçaya yaklaşıyor. Bunu da geçtim. Ne de olsa bu adam, tek başına yaşayan, bizim gibi misafir kültürü olmayan biri. Yine de bu süreçte biraz daha fazlalıklardan kurtuldum ama yetmedi.
Minimalizm
Minimalistler de nispeten sade yaşayan insanlar. Fakat çok daha modern ve pahalı duran bir tarzları var. Minimalizm ilgimi çekmeye devam etse de, sadelik ve sadelikle gelen, en azından ona eşlik etmesini beklediğimiz tevazudan pek nasiplenmemiş gibi gelir bana. Ayrıca yine tek başına yaşayan insanlar ile daha çok ön plana çıktığını düşündüğüm bir akım. Büyük aileler ya da aile hayatları için çok uygun değil gibi.
Parisli Kız
Bir dönem de zihnimi Parisli kız meşgul etti. Bir gazete köşesinde bahsediliyordu kendisinden. Çok zengin bir aileden gelmesine rağmen müthiş sade döşenen evinin insanı ne kadar ferahlattığından bahsediliyordu. Mesela evinde bir sabun vardı, ikincisi yoktu. İki kupa varsa üçüncüsü yoktu. Evet sade yaşayan birinden daha haberdar olmak insan iyi geliyor. Bir sadeleşme çabanızda daha size eşlik ediyor bu iyilik. Fakat mutfağa her gidişinizde bardaklarınıza gözünüz takılıyor. İki bardakla pekala idare edebiliriz. Ama ya misafirler?
Sünnet Üzere Yaşamak
Bre ey gafil! Akım akım dolaşacağına sünnet üzere yaşasaydın ya, diyenleriniz var mı? Yıllar önce yerel bir gazetede yazı yazmışlığım var. Orada tanıştığım bir hanım, evlenirken evine kanepe (çek yat) aldığı için abisinin kendisi ile görüşmeyi kestiğinden bahsetmişti. Biz Müslümanlar böyle bir dönem de geçirdik. Gençlere ne kadar garip geliyor kim bilir. Evet, evine eşya alan insanlara gayet kötü gözle bakılırdı. Şimdi durum tam tersi. Cep telefonu markana, pardüsene verdiğin paraya, başörtünün salınan ucundaki yazıya göre değer verir olduk. Tamam, Müslümanlara değil İslam’a bakalım. Fakat burada da eşyayı kalbine koymamak düsturu var ki, pratik hayatta uygulayan birileri ile ancak anlayabiliyor, günlük hayata yansıyan halini görmek istiyorsunuz. Ve maalesef belli bir süre kendi kararlarımızı veremiyoruz. Hani salondaki yemek masamız var ya. Onu almayalım dedim. Düğün alış verişinin kıymetli eşlik edenleri kabul etmedi. Kanepe yerine sedir olsa dedim, mobilya alamadı dedirtmeyiz oldu. Evlenirken çeyizinizdeki havlu sayısını, yemenilerin iğne oyalarını, yatak örtüsünün süsünü, gelinliğin fiyatını değer kıstası yapan Müslümanlar oldukça bu işlerde de ya biraz çılgın olup gemileri yakmak ya da tabiri caizse ipleri ele geçireceğiniz günleri beklemek gerekiyor. Dediğim gibi birçok arkadaşıma göre daha sade hallettik tüm bu işleri. Yine de Müslümanlar olarak eşya ile ilişkimiz henüz İslam’ın teavuzundan, Peygamberin sünnetinden biraz (ya da çok) uzakta gibi görünüyor. Bizdeki düsturlardan biri de eşyayı kalbine koymamak. Yani altın yaldızlı mobilyan olsa da onunla kalbini meşgul etmiyorsan, misafire ve ev halkına o müze kıvamındaki salonu rahatça açabiliyorsan sorun yok. Fakat dengeler hassas. Bir süre sonra aman eskimesin aman çizilmesin, çocuklu misafir gelmesine dönüyor bakış açımız. Kalb-i selim olana kadar yaşamak zor bu düsturu. Pratikte biraz daha kolaylaştırıcı düşünceler aramaya devam ettim haliyle….
Not: Yazarın ilk yazısını buradan okuyabilirsiniz: http://genc.in/UkG