Şükür kıymet bilmektir...
Geçtiğimiz ay Genç Gönüllü Kızlar’ın “Kudüs Günü” vardı dergide. Çocuklarla oynadım evde, eşim de programa katıldı. Daha sonra, 15:00 civarı evden çıkmam gerekti. Hanımı arayıp “acil gelsen iyi olur, odamda küçük şemsiye var, gelirken onu da getir sana zahmet” dedim. Hava yağmurluydu, sinüzitten dolayı saçlarım ıslanır ıslanmaz başım çok ağrır diye endişeye kapıldım, tedbiren yanımda bulunsun istedim.
Kapının çalınmasıyla dışarı çıkmam bir oldu. Fakat o an, tatsız bir hadise yaşadık. Dergiden getirdiği şemsiye, uzun saplı ve artık pek sevmediğim bir şemsiyeydi. Halbuki ben küçük olanı getirmesini özellikle söylemiştim, meğer duyamamış. Büyük şemsiyeyi gördüğüm an, birkaç senedir beni birçok yağmurdan koruduğunu unutup, çok değersiz bir şey gibi algıladım onu, gecikmemi sebep ederek öfkelendim ve “bu ne işe yarar yaa!” şeklinde bir sitem ettim. İsteksiz bir şekilde kavradım kulbunu ve çatık kaşlarla yola çıktım. Kalbimde meydana gelen o “kerih görme” hâlini hâlâ hatırlıyorum.
Sonra, epey gittim. Fatih’te ilerlerken, Haşim İşcan geçidinin üstünde, tam önümde korkunç bir hadise yaşandı. Motorlu bir genç –dürümcüydü sanırım- ıslak zeminde kaydı, yuvarlandı, motor bir yana, kendisi bir yana uçtu. Sert bir şekilde bel tarafından kaldırıma çarparak yola savruldu. Şok oldum. Kendisine en yakın kişi ben olduğum için, canhıraş bir atılımla yanına koştum ve acıyla kıvranan bu genci kavradım. Titrek elleriyle belini tuttuğu için, arkaya eğilmesin diye kollarımla tampon bölge oluşturdum, kulağına eğilip “hiç korkma, yanındayım, geçecek” demeye başladım. Beni duyuyordu ama ne diyeceğini bilmiyordu. Gözleri büyümüş, rengi solmuştu, ıslak zeminde perişan bir şekilde, yarı oturur bir halde, eliyle bel tarafını gösterip “acım burada” demek istiyordu.
Çevremize birkaç kişi toplanmaya başladı ama kimse ne yapacağını bilmiyordu. Gencin sırtını sımsıkı kavramıştım, acısını hafifletmek için elimden geleni yapıyordum. 112 Acil’i aradılar o an. Yaklaşık on dakika, bu mükedder ve yaralı gençle kalakaldık yolun ortasında. Kalabalıklar arttı başımızda, ne olduğunu anlamaya çalıştılar. Kimi “yatırsana çocuğu” dedi, kimi tutup kaldırma teklifinde bulundu. Acılı yüzü, “abi sen böyle tut, böyle iyiyim” dediği için, hiç bozmadım duruşumu, ne olur ne olmaz diyerek öylece beklemeye ve moral verici telkinlerde bulunmaya devam ettim. Çünkü yapacağımız en ufak bir ters müdahale, onulması güç bir yaraya sebep olur diye düşündüm...
Polisler geldi önce, onlar da ne olup bittiğini anlayamadılar, yanlış bir şey yaparız diye dokunmaya çekindiler. Birkaç dakika sonra, şükür ki ambulans sesi duyuldu ve araç yanaştı. Sedyeyi açtılar hemen ve dürümcüde çalışan bu garip genci ambulansa taşıdılar. İbretlik dakikaların ardından, tanıdıkları geldi, dualar eşliğinde hastahaneye doğru gitti...
Sonra millet dağıldı hızla. Ben de “hey gidi” diyerek yoluma devam edecektim, birden aklıma şemsiyem geldi. Olayın vahametinden dolayı şemsiyemi sağ tarafa doğru fırlattığımı anımsadım. Çevreyi süzdüm, bulamadım. Kim alabilirdi ki? Fırsattan istifade yürütmüşlerdi anlaşılan... O an, kendi kendime şöyle dedim:
- Sen misin şemsiyeyi küçük gören... Arama artık, nâfile. Al bu da sana ders olsun!
Birkaç dakika sonra, hanımı arayıp acı hadiseyi anlattım. Ve sonunda şemsiyenin başına geleni de söyleyip özür beyan ettim:
- Hakkını helal et valla... Bir şemsiye için seni üzmemeliydim, çok kabalıktı benimkisi...
Dinledi usulca, tatlı bir imâ olarak ve hafif mizahî dille tek bir şey söyledi. O da kulağıma küpe olarak yetti:
- Bak gördün mü, insan küçük gördüğü şeylerden, değer vermediği varlıklardan tez zamanda mahrum oluyor, onları kaybediyor. Sen sen ol, şemsiyeyi küçük gördüğün gibi sevdiklerini de küçük görme, anlıyorsun değil mi?