Tek önemli vakit vardır, içinde bulunduğunuz an. O an en önemli vakittir, çünkü sadece o zaman elimizden bir şey gelebilir. En önemli kişi, kiminle beraberseniz odur, zira hiç kimse bir başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez; ve en önemli iş iyilik yapmaktır, çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin tek sebebi budur.
ir aile dostumuzun babası vefat etti geçen günlerde. Son yolculuğuna uğurlamak için kalabalık bir grup ile mezarlığa gittik. Herkes sevdiği bir büyükten, değerli bir dostundan ayrılmanın hüznü ile gözleri dolu, kalbi mahzun veda ederken mevtaya, bir telefon sesi bütün anın huzurunu kaçırdı. Grubun içerisinden bir kişi acelesiz bir şekilde elini cebine atıp, dünyanın en normal hareketini yapıyormuş gibi telefonu sakin bir şekilde cevapladı ve rahat bir şekilde bir süre konuştu. Telefonun çalmasıyla başlayan kızgınlığım, şahsın cevap verip rahatça konuşmasıyla en üst seviyesine çıkmıştı ki kapatmasıyla beraber aklıma gelen düşünce beni sakinleştirdi.Böyle hassas bir zamanda telefonuna cevap verdiğine göre bu adam kesinlikle dünyayı kurtaran adam ve telefona cevap vermekle dünyamızı yine bir felaketten kurtarmıştı. Bu düşünceyle kendimi mezarlıktan çıkana kadar teselli ettim ama çıkar çıkmaz farkettim ki dünya aynı dünya, kurtarıldığı falan yok. Peki bu adam neden böyle davranmıştı? Hangi mesele iki dünya arasındaki mesafenin en kısaldığı o an, insan için kendisini ve hayatını değerlendirmekten, gidenin gidişinden kalanın ibret almasından daha önemli olabilirdi?
Benzer bir manzaraya geçen haftalarda tekrar şahit oldum. Erbakan Hoca’nın defni esnasında, mezarlıkta herkes derin bir hüzün içerisinde son vazifelerini yerine getirirken bir grup (bir kişi değil) insan kabrin başında ellerinde cep telefonu çekim yapan kameralara gülümsüyordu. Sözün bittiği yer burası olsa gerek…
Mezarlıkta olmasa da günlük hayatta muhakkak siz de görmüşsünüzdür bu tür insanları. Çok önemli bir konuda bir soru sormuşsunuzdur, bir konu danışıyorsunuzdur ya da sizin için mühim bir olayı paylaşıyorsunuzdur ki telefonu çalar. Sanki siz hava durumundan bahsediyormuşsunuz da o sizi lütfen, vakit dolsun diye dinliyormuş gibi hiçbir şey söylemeden ya da yarım ağız “afedersin, bir dakika”deyip telefonunu cevaplar. Uzun bir selam sabah faslının ardından konuşur ha konuşur. Sonra zoraki kapatıp telefonu“nerede kalmıştık?” der ya da der gibi bakar. Sizi düğmesine basılıp durdurulan sonra da aynı tempoda kaldığı yerden devam eden bir teyp falan zanneder.
Önemli olan siz ya da anlattıklarınız değildir, önemli olan çalan telefondur. O cevap verdiği her telefonla dünyadaki bir önemli meseleyi halletmekte, bir soruna çözüm bulmakta ve bir çıkmazı çıkar yapmaktadır. Aynı Mevlana’nın Mesnevi’sinde anlattığı sinek gibi. Hani yağmurlu bir havada bir atın her adımında çamurlaşan toprakta küçüçük çukurlar oluşur ve o çukurların doldurduğu yağmur sularının üzerine düşen bir saman tanesine konan bir sinek şöyle bir bakıp gücü yettiğince bağırır: “Var mı bundan büyük derya, var mı benim gemimden büyük gemi, var mı benden büyük kaptan” diye.
Zannetmiyorum ki bu tür insanlar başka insanların hislerini, duygularını ve yoğunluklarını hiçe sayacak kadar saygısız olsunlar. Sadece o an dünyayı kurtardıkları gibi bir yanılsamaya kapılmış olmalılar. Yoksa bu yaptıkları dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir kültürdene bireysel ilişki ve iletişim kurallarına uyar ne de sosyal açıdan kabul edilebilir bir davranış olarak görülür. Çevremizde böyle davranışları olan dostlarımız varsa onlara Tolstoy’un “Üç Soru” hikâyesini okuyup sonucunu birlikte hayatımıza uygulamalıyız:
“Tek önemli vakit vardır, içinde bulunduğunuz an. O an en önemli vakittir, çünkü sadece o zaman elimizden bir şey gelebilir. En önemli kişi, kiminle beraberseniz odur, zira hiç kimse bir başkasıyla bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez; ve en önemli iş iyilik yapmaktır, çünkü insanın bu dünyaya gönderilmesinin tek sebebi budur.”