Bilim ve ilim ve dahi marifetullah, ‘iki kere ikinin dört ettiği’ yerlerde keşfedilebilirdi ancak…
3 Temmuz 2013`de gerçekleşen Mısır darbesinden bir ay önce… İstanbul’u seyrediyorum… Laboratuvarımın penceresinden sabahın ilk nurları vururken bir zamanlar gemilerin yürütüldüğü tepelere, kahvemi yudumluyordum her âna hamd ederek… Hatırlıyorum da, yıllar evvel bir hayalim vardı. Uzaya çıkmak ve evreni öyle seyretmek ile ilgili… Oysa İstanbul’u seyretmek ve asıl ‘Kırmızı Elma’nın kalbinde araştırmalar yapabilmek, çok daha eşsiz geliyor şimdi. Henüz öğrencilerimin deney sonuçlarını tartışmama bir saat var. Maillerimi gözden geçirmeli, deney planlarımı ayarlamalı ve son yayınlanan bilimsel makalelere hızlıca bir göz atmalıyım… Alışık olmadığım bir mail adresi, onlarca okunmamış mail arasında, hemen gözüme çarptı. Hem İngilizce hem de Arapça yazılmıştı. El-Ezher Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı’ndan geliyordu. Kahvemi daha bir istekle içiyor, heyecanlanıyordum. Çalışmalarımdan etkilenmiş ve Türkiyeli bir profesör olarak bir teklifte bulunuyorlardı. Bu teklife göre Mikrobiyoloji ve Genetik Mühendisliği dersini kendi fakültelerinde vermem için belirli günlerde misafir profesör olarak gelip ders anlatmamı istiyorlardı. Her şeyi karşılayacaklarını ve dolgun bir ücret vereceklerini de özellikle kalın siyah harflerle belirtiyorlardı.
Güldüm... ‘Para kimin umurunda ki?’ diyordum yıllarca hasret kaldığım lokumu, tadını çıkara çıkara yerken. Onlar bilmiyorlardı. Oysa üniversite yıllarımda hep hayallerimdeki üniversitelerden biri olmuştu, El-Ezher. Bilim alanında da değil; İslami ilimler alanında… Sanki orada eğitim görürsem, evrenin hikmet, esrar ve mânâsına kalkan mekiklerde mütefekkir bir astronom olurum hayaliyle yaşadım. Ama yıllar ve şartlar beni oraya değil; en batıya sefere çıkarmıştı. Ve El-Ezher’de okumak hayalim de çöl kumlarıyla birlikte üstü kapanmış, unutmuştum bile. Ama şimdi hayalimdeki üniversiteye hoca olarak çağırılıyordum… Artık bu yaşta kolay kolay heyecanlanmam sanıyordum, bu teklifi alıncaya kadar. Hemen cevap vermedim; çünkü eşimle ve çocuklarımla istişare etmem gerekiyordu. Neyse ki biliyordum eşimin de El-Ezher’i ne kadar görmek ve orada bulunmak istediğini… Mısır’a ilk seyahatimize şevkle hazırlanırken, ortam nispeten olumlu ve devrimden sonra korkmamıza neden olan bir mani de gözükmüyordu… Ta ki…
3 Temmuz 2013…
Kitaplarımı hazırlarken çalışma odamda, oturma odasından televizyonun sesi geliyordu. Geçen ay vuku bulan ‘Gezi olayları gibi Mısır’daki olaylar da diner’ diye kendimizi avuta duralım; ordunun verdiği 48 saat dolmuştu artık. Yine caddelerde palet sesleri duyuluyor; biz de General Sisi’nin yaptığı konuşmayı dinliyorduk. Hazmedemediğimiz bir sürü konu vardı. Ama benim nedenlerim ap ayrıydı. Daha ‘darbe yaptık’ sözü kurumadan, generalin hemen arkasından El-Ezher’in Şeyhi yani Rektörü Al-Tayyeb ‘darbe’ kürsüsüne çıkıyordu. Bir bakıma sadece ordu değil; ilimin ve bilimin başı, ‘darbeyi’ meşru sayıyordu. Elimde pasaportlar, belki daha vizelerimizi almamızın üstünden birkaç saat geçmişti. Göz göre göre defalarca darbe yiyen Türkiye’yi görmeyip; yine aynısını Mısır’da yaşamak isteyenler ve bu darbeyi kurutuluşları gibi görüp kutlayanları ‘bilimsel olarak’ anlamlandıramıyordum. İki kere iki dört ederdi; ama insanlar ‘biz istersek beş yaptırırız’ diyor ve milletin bir bölümü de buna alkış tutuyorlardı. En başta da beni profesör olarak davet eden, hayalimdeki El-Ezher Üniversitesi’nin Rektörü…
Artık gidip neyi anlatacaktım? Bir avuç hücreden kanser oluşumunu, trilyonlarca sağlıklı hücreden oluşan insan vücudunun hakkının korunması ve bütün bir vücudun yaşatılması gerektiğini nasıl öğretecektim ki? Kanserin sağlıklı vücuda yaptığı ‘darbenin’ meşru olmadığını nasıl söyleyecektim? HIV virüsünün vücuda bulaştığında AIDS hastalığına neden olduğundan bahsedemezdim ki artık. Göz göre göre vücutta ‘darbe’ yapan virüslerden kurtulmazsanız, 17 yıl sonra birden tekrar ortaya çıkıp canlarını alacaklarını söylesem, yine havai fişeklerle kutlarlar mıydı vücutlarındaki mikropların ‘darbesini’?
Zaten hevesim ve özlemim ve hayalim çoktan kupkuru olmuştu, Mısır’ın çöllerinde. Bunun için deney yapmama, büyük keşiflerde bulunmama hiç gerek yoktu. Her şeyden vaz geçmiştim. Ezan-ı Muhammedi okunurken minarelerden, evimin penceresinden baktığım uçuşan özgür martılar, paha biçilmez geliyordu. Tepelerden yürütülen gemilerim, İstanbul semasında yüzmeye başlamıştı artık.
Bilim ve ilim ve dahi marifetullah, ‘iki kere ikinin dört ettiği’ yerlerde keşfedilebilirdi ancak…
Not: Yazıda geçen kişi, olay ve kuruluşlar tamamen hayalidir. Ama tepkim ve cevabım tamamen gerçektir!