Yavaşlık anın keyfini çıkarmayı bilmektir. Ancak yavaşlayarak içe dönük bir hayat yaşarız. Yavaşlayarak hayatla konuşabiliriz. Çok hızlı yaşadığımızda, içimizde olup bitenleri özümseyecek ve onu kendi duyarlılığımızın bir parçası yapacak kadar vaktimiz olmuyor. Güzellik ancak onu durup temaşa edecek vaktimiz varsa bize bir şeyler söyler.
Savaş artık, hızlı ile yavaş arasında. Atlı arabadan trene geçmek ile birlikte insanın manzarayı izleme biçimi ciddi şekilde değişti. Buna bir de uydu dalgaları ve fiberoptik kablolarla çevrilmiş ‘şimdi’den bakın isterseniz. Zamanın giderek daha fazla parçalara bölündüğü, akışının parçalandığı bir çağda o kadar çok iş yapıyoruz ki kendi iç sesimize çoğu zaman vakit ayıramıyoruz. Çağımız hız çağı. Hız, doğayla giriftleşmiş olan güzelliği görmemizi engelliyor. Hız kendi ölümümüzü ve ölümlüğümüzü hatırlamamızı geciktiriyor. Başka bir insana, bir kuş sesine, sabah güneşine dokunamıyoruz artık. Bugünün gençleri olarak bizler ‘afaziden mustaribiz.’ (Afazi: Konuşamama.) Kendimizi sosyal ve tarihi bir özne olarak ifade etmekten yoksunuz. Yusuf Kaplan “ancak zamanın çocuğu olarak kendimizi ‘şimdi’nin öznesi görebiliriz” minvalinde bir söz söylemişti, dinlediğim bir konuşmasında. Hız çağı, zamanın çocuğu olmamızın önüne set çekiyor. ‘Yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışı’nın bir parçası olmakla varlığımızı hissedebileceğimiz gerçeğini unutuyoruz çoğu zaman. Bunu şimdinin içinde yapabileceğimiz gerçeğini. “İçime çektiğim hava değil gökyüzüdür” diyemiyoruz artık bu sebepten. Modern çağ “şimdi”yi yaşamamamız konusunda çok ısrarlı. Her şey gelecek için yapılıyor. Aklımızda hep geleceğiz var. “Dem bu demdir” kadim öğretisi, kampüs öğretileri yanında kendine yer bulamıyor.
Kemal Sayar “günümüzün gençleri, klavyenin ucunda ışık hızıyla seyahat ediyor ve fakat hiçbir yere ulaşmıyor” diyordu. Artık her şeyimiz fazlaca, ama mutlu değiliz. Cüzdanımızda daha fazla para var ama alınması gereken daha çok şey var. Çok fazla neşriyat var fakat okumaya takatimiz yok. Bedri Gencer’in dediği gibi “Günümüzde insanların elindeki kaç terabaytlık diskte milyonlarca kitap var, ancak en temel bir kitabı okuyup hazmetmekten acizler, bu çağımızın trajedisi.”
Yavaş hoştur, güzeldir, asildir. Yavaşlık anın keyfini çıkarmayı bilmektir. Ancak yavaşlayarak içe dönük bir hayat yaşarız. Yavaşlayarak hayatla konuşabiliriz. Çok hızlı yaşadığımızda, içimizde olup bitenleri özümseyecek ve onu kendi duyarlılığımızın bir parçası yapacak kadar vaktimiz olmuyor. Güzellik ancak onu durup temaşa edecek vaktimiz varsa bize bir şeyler söyler. Günümüzde maalesef görmenin yerini bakmak, hatta göz atmak aldı. Güzellikler ancak iki göz atış arasındaki vakit boyunca ilgimizi çekiyor. Ufak gezinmeler insana ‘yürümenin erdemleri’ni vermiyor ve arabamızın içinde geçirdiğimiz saatler, bizi gerçek dünyadan yalıtıyor. Ve soru şu, bunun üzerinde düşünmeye değmez mi?
Bu Şehirler Çok Yavaş
Cittaslow hareketini duydunuz mu bilmiyorum. Yukarıda bahsettiğim yavaşlık olgusuna cuk oturan bir oluşum. Hayalini kurduğum bir şey bu. Hareket, dilleri bile çok yavaş olan İtalya’da başladı. 1986’da Roma’da ünlü İspanyol Basamakları Meydanı’nda bir fast food dükkanı açılır. Birçok kanaat önderi, İtalya gibi mutfağıyla gurur duyan bir ülkenin merkezine dünyanın birçok yerinde bulunabilecek yemeklerin olduğu bir dükkanın açılmasına karşı çıkar. Tepkiler sonuç verir ve dükkan kapanır. Bu zafer ileride 150 ülkede 100 binden fazla üyesi olacak ‘Slow Food’u doğurur.
Yemek kavramının salt tüketim olmadığını, karın doyurmakla sınırlı tutulamayacağını, tohum aşamasından sunumuna kadar iyi, temiz ve adil olması gerektiğini savunuyorlar Slow Food’cular. İnsanların hızlı beslenme ile uğradığı felaketlerden kurtulma fikriyle yola çıkan ‘yavaş besin’ hareketi dünya üzerinde yaygınlaştı. Genetik değiştirmeye karşı çıkan, organik tarımı önceleyen, biyolojik çeşitliliği savunan bu hareket; küçük, yerel, telaşsız hayata yaptığı vurguyla küresel kapitalizme muhalefet ediyor. Hareket 13 yaşındayken, felsefesini kentlere uygulamaya başladı. Cittaslow Birliği kuruldu. Yavaş Şehir Hareketi, küreselleşmenin getirdiği tekdüzeliğe karşı kendi değerlerine sahip çıkmaya çalışıyor işin özünde. Kendi yemeklerini, esnaflığını, gelenek, görenek ve tarihini muhafaza etmeyi, onları koruyarak milyonlarca bölgeden farklı olmayı hedefliyor. Yavaş şehirlerde süper market veya McDonald’s’lara rastlayamıyorsunuz.
Sakin şehir de denilen bu harekete dahil olmak isteyen bir kentin 59 kriteri yerine getirmesi gerekiyor. Bu kriterler arasında, bazı altyapı politikaları, yerel yemekleri koruma, kentsel kalite, misafirperverlik, Slow Food’un desteklenmesi, nüfusun 50 binden aşağı olması, trafiğin azaltılması, gürültü ve hava kirliliğinin önlenmesi, el sanatlarının korunması ve organik ürün yetiştirme gibi belli başlı şeyler var. Türkiye’den ilk kabul edilen “Seferihisar” oldu. Ardından “Akyaka, Gökçeada, Yenipazar ve Taraklı” da katıldı. Birçok ilçe ise sırada bekliyor.