Hatice Hazal Gökçimen
Bundan birkaç yıl önce ortaokuldayken Feyruz’u ilk dinlediğimde “Kudüs bizimdir!” diyordu. Kudüs’ün üç semavi dindeki önemini bilmiyormuşum gibi birlikte kahvaltı hazırladığım anneme “Bu kadın Müslüman mı?” diye sormuştum. Cevabı aklımdan çıkmaz:
“Düşmanımız ortak.”
Çocukluktan gençliğe geçmenin bana verdiği en büyük farkındalıklardan biri de anlamlandıramadığım şeylerin zihnimde bir bir yerini alması sanırım. Mesela, yaşayan şehit, Yoldaki Mühendis ’in:
“Benim kalbim yoktur, iki beynim vardır.” demesini, kitabı iki kez okumama rağmen anlayamamıştım ilk zamanlar. Aradan birkaç yıl geçtiğinde (dedim ya, yaşlarımız itibariyle bırakın yılları; aylar, haftalar içerisinde bile tekamülünü hızla sürdürüyor zihinlerimiz) anladım ne demek istediğini.
Abdullah Galip Bergusi’nin “Yoldaki Mühendis” kitabı dahil 2003 yılından beri yaşadığı tek kişilik hücresinden yazdığı tüm eserleri, Kassam mücahidi bir mühendisin kaleminden çıkmasına rağmen pek çok edebiyatçıyı alt edecek kadar fevkaladedir. Her satırında, özellikle intifada yıllarında ve sonraki süreçte Filistinliler ’in mağrur mücadelesine şahitlik edersiniz. Kapakta “roman” yazdığına bakmayın, yazılanların her biri yaşanmışlıklarla işlenen hikayelerdir.
Zaten bence romanın da böylesi güzeldir. Okurken; anlattığı bölgeyi, toplumu, yaşayışı, kültürel özellikleri, gelenekleri… Her şeyini yaşatmalıdır okuyucuya. Kelimeler toprak kokmalıdır böyle romanlarda. Brezilya’da geçiyorsa misal; Rio de Janeiro’nun o karnavalını, masmavi gökyüzü altındaki sıcak günlerini, ılık rüzgarlarını hissetmelisiniz.
Afganistan’da geçiyorsa; dağları, şelaleleri, camilerde yetişen mücahitleri tanımalısınız. İstanbul’u okuyorsanız boğulmalısınız, sıkışmalısınız, yorulmalısınız ama başınızı kaldırdığınızda bu kadim şehri tüm zerrelerinizle, minarelerinden Boğaz’daki balıklarına dek seyreylemelisiniz.
Mahaza, bir süredir Filistin’le ilgili romanları okumayı çok sevdiğimi fark ettim. Hasretin de payı var elbet; her karışını adımlamak, kaldırım taşlarını tabanlarımda hissetmek, rüzgarının yüzümde, avuçlarımda dolaşması isteği…
Öte yandan, yukarıda bahsettiğim gibi yüzeysel olarak bildiğimiz pek çok şeyin derununa inmemize fırsat veriyor böyle kitaplar. Bu hususta göründüğünden daha önemli ve stratejik bir konumu olduğunu düşündüğüm bir kitabı naçizane paylaşmak isterim sizinle.
Hamasın Gazze’deki başkanı ve hareketteki İsmail Haniye’den sonraki en yetkili kişisi; İsrail’in dirisinden de ölüsünden de korktuğu ama (Allah muhafaza eylesin) ele geçiremediği Yahya Sinvar’ın, Bi’rü’s Seb’e Hapishanesi’nde yazdığı “Diken ve Karanfil” isimli romanı.
Teknik bakımdan, kitabın takdiminde belirtildiği gibi “otobiyografi” veya “hatıralar toplamı” olarak da görülebilecek bir kitap. Ön sözde ise Sinvar, kitapta anlatılanların kendisinin ya da sadece bir kişinin hikayesi olmadığını ama anlatılan her olayın, senelerdir Filistinliler ’in başından geçen gerçek hadiseler olduğunu söylemiştir. Ayrıca kitabı “Okyanustan körfeze ve okyanusun ötesine uzanan İsra ve Miraç topraklarına gönülden bağlı olanlara…” ithaf etmiştir. Sevinebilir miyiz hocam?..
Ben, kitaplarla ünsiyet kurmayı severim. Diken ve Karanfil ile ise hikayemiz uzun oldu.
Babam bir akşam Gazze nöbetinden geldiğinde kapıyı her zamanki gibi ben açtım ve elinde kitap olduğunu görür görmez atıldım. Bu kalınca kitabın nereden çıktığı, kimin yazdığı, ne anlattığı sorularını sıraladım birkaç saniyede. Salona geçip yazarın ismini gördüğümde gözlerimi kocaman açıp “Neee, Yahya Sinvar mı!” dediğim an artık kitap benimdi. Vermeyecektim ki.
Kitabı koşarak anneme gösterdim O da çok şaşırdı ve sevindi. “Okumak istiyordum, önce ben okuyayım mı?” desede kitabı aldığım gibi odaya koşmuştum bile. Babam arkamdan gelip kalemliğimden bir tükenmez kalem çıkardı; ilk sayfaya ismini, tarihi ve kitabı aldığı yeri yazdı. Her kitabında olduğu gibi. Bu sefer kaptırmıştım kitabı ama olsun, ilk ben okuyacaktım.
11. Sınıf eşit ağırlık öğrencisi olunca kitap da her yere benimle geldi… Ders aralarında, boş bulduğum zamanlarda, yemekhaneye giderken; otobüste, metroda… Çok güzeldi her şey. Büyülenerek ve dehşete düşerek dalıyordum sayfalara. Tek sorun, uzadıkça uzuyordu seneler. Bir paragraftan diğer paragrafa olaylar, kişiler, yıllar değişebiliyordu yer yer.
Küçük bir çocuk olan Ahmed’in gözünden işgali, askerleri, kamp şartlarını, kampta yaşamın seneler içindeki değişimi, kamptaki insanların yaşayışlarını, gelenekleri, âdetleri… Bölümler arasında her şeyi öğreniyordum.
Ahmed büyüyordu, kardeşleri büyüyordu, direniş büyüyordu…
Bir kere çok samimiyetle şunu söylemek istiyorum, eminim okuyanlar da benim gibi düşünüyordur ya da okuduktan sonra düşünecektir: Mahmud hepimizi hayal kırıklığını uğrattı. İlk on bölüm her şey çok iyi giderken, kardeşi Hasan’a daha çok yer verilmeye başlandığı kısımda aslında kitap boyunca bir evin dört evladının nasıl bambaşka fikirlerde, başka saflarda olduklarını anlamaya başlıyoruz yavaş yavaş. Sonra mağrur mücahidimiz İbrahim sahneye çıktığında, kitabın işleyişi değişmeye başlıyor. Her bölümde ya ön planda ya arka planda sürekli devam eden protesto ve operasyonlara daha çok yer verilmeye başlanıyor, İbrahim’i tanıdıkça.
Hikayeye dalmışken romanın bana öğrettiklerinden bazılarına da değinmek istiyorum.
1987`den (Hamas kurulduktan) sonra, yıllar boyu “eğitim ve hazırlık aşamasında” olduklarını söyleyen ve silahlı eylem yapmadıkları için FKÖ gruplarınca (el-Fetih, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi vs.) küçümsenen İhvancılar, sonraki süreçte irili ufaklı onlarca silahlı eylem yaparak öyle büyük başarılar elde etmişler ki İsrailli siyasetçiler Gazze`den çekilip Gazze’nin tüm yetkisini Müslümanlara vermeyi ve onlara bir daha bulaşmamayı bile önermiş. Nitekim, Oslo Anlaşması’yla birlikte Gazze’nin yönetimi FKÖ iktidar yönetimine bırakılırken bu anlaşma Filistin için karanlık bir başka dönemin başlangıcı olmuş.
Kassam mücahitlerinden (hatta komutanlarından) biri olan İbrahim, “İslamcı” olarak başta siyasi olaylara karışmayan ama sonra yanında yer alan Hasan, uzun süre ne yapacağını bilmez halde gözlemlerde bulunup sonra İbrahim’le birlikte eylemlere katılan, Ahmed ve onların karşısında, yaşça daha büyük olmasını ve haklı direnişlerinin anlaşılmamasını öne sürerek evdeki her siyasi müzakereyi münakaşaya çeviren ve haklılığını pek de ispatlayamayan Mahmud… Filistin’in minyatürü gibi bir aile…
Bakıldığında Filistinliler hatta Araplar hatta Müslümanlar’ın bu konuda girdiği tüm kavgalar, çatışmalar başlığımızdaki sorudan tezahür ediyor aslında:
“Şehirlerin Çiçeği Kimin?”
Kudüs kimin ve onu kim koruyacak, kim savunacak, davasını kim omuzlayacak vs. soruları çoğaltabiliriz.
Verilecek cevapsa anneciğime sorduğum sorunun cevabına denk düşüyor:
“Düşmanımız ortak."