
Ahmet Akçadırcı
Türk dîni musikisi yahut Tasavvuf (Yahut “tekke”) musikisi, kültürümüzün hemen hemen en önemli parçalarından biridir. Çok mu iddialı oldu? Bayram namazlarında, imam hutbeye çıkmadan, çıktığında, hutbeden inerken getirilen teşrik tekbirlerini “monoton” bir ses tonuyla okumuyoruz, değil mi? Hammamizade Mustafa Itrî Dede Efendi’nin (Hani, 100TL’nin arkasındaki adam) son derece yaygın ama bestekârı neredeyse hiç bilinmeyen bu “Segâh” bestesi her yıl tekrar tekrar okunuyor oysa! (Yaygın salavât bestesi de yine Segâh makamında ve Itrî Dede Efendi’ye aittir). Evet, ülkemizde en sık okunan dini eserler bile kültürümüzün eşsiz özelliklerinden biri zira böyle bir okunuşa diğer ülkelerde son derece nadir rastlarsınız.
Temelde Mevlevîhâneler ve tekke camiası öne çıksa da, Osmanlı toplumunun köşe bucak her yerinde nefis besteler ortaya çıkmıştır. Bu da günümüze kadar ciddi bir musiki birikimi oluşmasını sağlamıştır. 1925’te tekkelerin sırlanmasıyla birlikte bazı dinî besteler kulaktan kulağa bir şekilde aktarıldı. Zamanla tekrar başlayan meşkler ve kulaktan kulağa aktarılan bestelerin kağıda dökülmesi, bu alanda gelişimin tekrardan canlanmasına vesile oldu. Günümüzde hala birçok musiki camiasında icralar ve yeni beste yazımları devam etmektedir.
Dinî musikide yaygın biçimde kullanılan enstrümanlardan bahsedecek olursak:
-Saz: En eski Türk çalgılarındandır. Atası Kopuz olarak bilinir. Bektaşiyye’de ve sair tekkelerde zikir esnasında kullanılır. Muharrem ayında, Hz. Hüseyin’in vefatı sebebiyle hürmeten kullanılmaz.
-Kanun: el-Farabi tarafından geliştirilen kanun, tekke musikisinin temel çalgılarındandır.
-Ney: Kökeni çok eskilere dayanan ney, tekke musikisinin en önemli ve neredeyse en temel enstrümanıdır. Ney, tasavvufta mühim bir yere sahiptir.
-Tambur: Telli çalgılardandır. “Yaylı” tamburun keman yayı gibi bir yayı vardır.
-Bendir ve Def: Hayvan derisinin; yuvarlak, ince et kalınlığında ama elin tutabileceği normal “en” kalınlığına sahip, yuvarlak bir tahtaya gergin biçimde sabitlenmesiyle elde edilir. Zilleri varsa “def”, yoksa “bendir” diye anılır.
-Kudüm: “Kös” benzeri küçük davullardır, diyebiliriz. Nekkâre’yi andırırlar.
Bizim musikimizi gönlüme geldiği gibi anlatayım size bir de:
“Şiir duyguyla yazılıyorsa, müzik de duyguyla icra edilir. Milletimiz, duyguların en güzelini yaşamayı bilen bir milletti, bu duygu da “aşk-ı hakîkî” idi. Onlar, Allah Zül Celâl’e vasıl olmanın yollarını ararken, En Sevgili’den ayrı düşmenin acısıyla yana yakıla ne ezgiler, ne besteler ortaya koydu; hem kendileri yandılar hem de dinleyenleri yaktılar.
Mevlidlerde, cenâzelerde, meclislerde, camilerde, sokaklarda, tekkelerde hep “aşk”ı en güzel duyurmanın gayreti ve mihneti içindeydiler. “Meded Yâ Erhame’r-râhimîn!” dediler her başlangıçta. “Ey Sevgili, senden ayrı kalmanın ızdırabı içindeyim! Ben, nasıl olur da iki adama bile senin aşkını dillendiririm? Ey Merhametlilerin en merhametlisi, meded! Yetiş bana, eyle imdâd!” ile dizdiler inci tanelerini kulaklara. Saz-u kemân, nây-ü kânûn ayrılıktan feryad etti. Feryadları gönlüne dokunan O’nu (cc) hatırladı. Zaten, gaye de bu değil mi?”