Modern insan her yere ve herkese geç kalıyor, sofralarda aileler buluşamıyor, iki ahbap muhabbet edemiyor, trenin karanlık tünellerden aydınlığa ulaşması telefondaki şebeke yok yazısının sona ermesi ve sosyal mecra kapılarının sonuna kadar açılması anlamına geliyor. Kural değişmiyor, hızlı koşan çabuk yoruluyor.
Trenlerin, otobüslerin sefer saatlerine endeksli bir hayat yaşadığımız. Her gün bindiğimiz otobüsü kaçırdığımızda bir sonraki seferi beklerken geçen zamanda neler yapabileceğimizi bilmiyoruz. Kaygıyla geçiyor o anlarımız. Çantamızdan şöyle sürükleyici bir romanı çıkartıp, banka oturup sayfaların iklimine kendimizi teslim ederek sonraki seferi beklemek günümüz gerçekliğinden uzak bir hayal adeta. Çünkü yaklaşan mesai saati geri sayımdaki bir bomba gibi. Ve bizler, ellerinde akbil ile otobüsün ardından bakanlar; yanlış kabloyu kesmiş olduk, üstümüze yıkıldı patlayan bombanın vebali. Parmak okuma cihazları, yüz tanıma sistemleri, kameralar, güvenlik görevlileri… Kaçırdığımız bir otobüsle gider modern dünyanın tüm övgüleri…
Suratlarımız asık, ruhlarımız yorgun. Aslına bakarsanız büyük ekseriyetimizin sorunu bozuk ekonomik düzen değil. Ruhumuzu daraltan gerçekten küresel güçler mi! Buna inanan var mı? Neden marketten poşetleri dolu çıkan insanların yüzlerinde yok tebessüm? Bir koşturmaca, bir telaş hâkim yaşantımıza. Nereye gittiğimizi bilmeden, ne yaptığımızı fark edemeden! Ne yediğimiz yemekten zevk alıyoruz ne içtiğimiz sudan ne okuduğumuz kitap hafızamızda yer buluyor ne ettiğimiz muhabbet gönle dokunuyor. Hep sonrasının telaşı içindeyiz. Bedenlerimiz yaşıyor ama sanırım aynı şeyi ruhlarımız için söyleyemeyiz!
Anlatılagelen hikmet dolu bir hikaye vardır: Meksika’da İnka Tapınaklarına çıkmak isteyen Avrupalı bir grup arkeolog birkaç yerli rehberle yola koyulur. Tapınaklar dağın tepesinde bulunmaktadır. Yol uzundur. Avrupalı arkeologlar tapınaklara bir an önce varabilmek için hızlı yürümektedirler. Yerliler de mecburen onlara ayak uydurmaktadırlar. Fakat bir süre sonra yerliler kendi aralarında bir şeyler konuşmaya başlarlar. Sonrasında ise birden yere oturur ve beklemeye başlarlar. Tabii Avrupalı arkeologlar buna bir anlam veremez.
Saatler sonra yerliler kendi aralarında konuşup tekrar yola koyulur, sonunda da tepenin üstündeki görkemli İnka Tapınaklarına varırlar. Arkeologlardan biri yaşlı rehbere sorar: “Hiç anlayamadım, niye yolun ortasına oturup saatlerce bekledik? Zaman kaybettik. Beklemesek olmaz mıydı?” Yaşlı rehberin cevabı hikmet doludur: “Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız bizden çok uzakta kaldı. Oturup ruhlarımızın bize yetişmesini bekledik.”
Teknolojik gelişmeler, değişen dünya, hızlı ulaşım, mekân tanımaz iletişim, sosyal medya… Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık. Peki ya ruhlarımız? Bize yetişebildi mi? Hiç sanmıyorum!
Hatırat kitaplarında okuduğumuz, büyüklerimizden dinlediğimiz ruha dinginlik veren vapur seyahatlerini neden gerçekleştiremediğimi düşünüyorum bir süredir. İşlerinden çıkarlar, nezaket kurallarına uyarak vapura binerler, boğazı adeta bir yatak martıları yorgan belleyip günün tüm yorgunluğunu üzerlerinden atarlarmış. Günümün büyük çoğunluğu Üsküdar’da geçiyor, boğaz yanımda, vapur seferleri mevcut, martılar da boğazı terk etmedi. Peki ama ben neden kafamı çevirip boğaza bile bakmadan yerin kat be kat altına inip, ruhumu karanlığa teslim ederek, yürüyen merdivenlerde bile koşarak evime yetişme telaşı içerisindeyim. Marmaray mıdır benim kurtarıcı meleğim! Dakika hesaplarından, bir yerlere geç kalma telaşlarından beynim uyuşuyor. Peki sonuç ne?
Modern insan her yere ve herkese geç kalıyor, sofralarda aileler buluşamıyor, iki ahbap muhabbet edemiyor, trenin karanlık tünellerden aydınlığa ulaşması telefondaki şebeke yok yazısının sona ermesi ve sosyal mecra kapılarının sonuna kadar açılması anlamına geliyor. Kural değişmiyor, hızlı koşan çabuk yoruluyor.
Fıtrata uymayan bir dünyada yaşıyoruz. Ruhlarımız geride kaldı. Biz mi? Sanırım uçurumun kenarındayız. Ve gözlerimiz telefon ekranında olduğundan mıdır bilinmez bunun farkında bile değiliz…