
Dr. Abdullah Uçar
Âdâb-ı muâşeret hastalıklarına odaklanmak, genç kardeşlerimizin halihazırda yaşanan gerçeklikten ibretler almasını sağlamak, onların heybelerine bedeli başkaları tarafından ödenmiş kıymetli tecrübeler koymak da tecrübe sahipleri için önemli bir vazife.
Zaman hızla akıyor, herkes çok yoğun, insanların birbirini dinleyecek ne vakti var, ne de dertlerini anlatacak mecali. Birkaç saniyede okuyamadığı paylaşımı es geçen ve sıradaki paylaşımı inceleyen insanlarız artık. Bu hızın çekim gücüne yakalanıp yorgun düşmüş gönüllerin şifası için dostâne bir hasb-ı hâl bizimkisi. Madem bu kadar uzun bir yazıyı okumaya niyet ettiniz, şifâhaneye hoşgeldiniz. :) O’nun adıyla başlamayan söz ebterdir, O’nunla başlarsak söze kalpler itminân bulabilir. Bu vesileyle: Bihî.
Dünya Sağlık Örgütü sağlık kavramını “bedensel ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik hâli” olarak tanımlıyor. Bedenimiz hastalandığı gibi ruhlarımız ve hatta sosyal yaşamımız da hastalanabiliyor. Ancak bu tanıma sığmayan bir boyut daha var: Bedensel, ruhsal ve sosyal yönden iyi olan, ancak narsist davranışlar sergileyen, baktığında hasetle bakan, 40 yıllık dostluğunu bir kalemde silebilen, harama helale dikkat etmeyen, çevresindekilere kaba davranan ve daha nice kusurlu davranışa sahip bir insan sağlıklı mı? Bir insanın davranışları da hastalanamaz mı?
Mütevazı bir kardeşimiz, eline güç geçtiğinde veya popüler olduğunda gözümüzün önünde bir kibir abidesine dönüşürse burada bir sorun olmadığını söylemek mümkün mü? Elbette değil. Bir sorun olduğu muhakkak, o halde yeni bir kavrama ve tanıma ihtiyacımız var. Ben alanın uzmanı değilim, lakin naçizane iki kavram teklifim var: “Edebî İyilik Hâli” ve “Âdâb-ı Muâşeret Hastalıkları.”
Burada geçen “edebî” ifadesi doğrudan edebiyatı değil edeble ilgili olmayı ifade ederken edebiyat kavramının da edeb temelli geliştiğini not düşmek isterim. Âdâb ise, edeb kelimesinin çoğul hâli. Edeb kavramı Kubbealtı Lugati’nde şöyle tanımlanıyor: “İnsanın hataya düşüp utanılacak şeyler yapmasını önleyen, yerinde ve ölçülü davranmasını sağlayan meleke, söz ve davranışlardaki ölçülülük, her hususta haddini bilip sınırı aşmama, terbiye, nezâket, zarâfet.”
Şu anlam derinliğine bakın, muhteşem! Her medeniyet insanı kendi müktesebatı kadar algılayabiliyor. Bizim medeniyetimizde de insanı tarif ederken en sık atıf yapılan boyutlardan biri edeb. Sadece beden, ruh ve sosyal yaşamdan ibaret bir varlık şeklindeki insan tanımına sığmıyor bizim insan anlayışımız. Bizim medeniyetimizde edeb, insan olmanın, ve daha ötesi Efendimiz’e (sav) layık bir ümmet olabilmenin olmazsa olmazı.
Âdâb-ı muâşeret hastalıklarına odaklanmak, genç kardeşlerimizin halihazırda yaşanan gerçeklikten ibretler almasını sağlamak, onların heybelerine bedeli başkaları tarafından ödenmiş kıymetli tecrübeler koymak da tecrübe sahipleri için önemli bir vazife.
Gençlik, insanın kanının delicesine aktığı, “delikanlı” hitabını hak ettiği, buna karşılık tecrübesizliği sebebiyle kendisine çok az güç, yetki ve sorumluluk verilen bir dönem. Haliyle genç birey, belirli bir dünya görüşünün, dinin, medeniyetin, ideolojinin ideallerine taraftar olarak, onların savunuculuğunu yaparak saygınlık kazanmaya ve kendini gerçekleştirmeye meylediyor. Ancak bu dönemde iddialar henüz sınanmamış, savunulan idealler rüştünü ispat etmemiş oluyor. Dindar bir Müslümanı dinleseniz anlattığı ideallerde pek sorun gözükmüyor.
Teori Pratiğe Dönüşmüyorsa Problem Var Demektir
Komünizmi, sosyalizmi, milliyetçiliği, resmi söylemi, ateizmi huşu ile savunan genç de çıktıları itibariyle pek farklı şeyler söylemiyor. İnsanlığın selameti, toplumsal refahın adil paylaşımı, liyakat, şeffaflık, adalet, emek konusunda idealler pek ayrışmıyor. Benzer cümleler tekrar ediyor. Pazarda herkesin tezgâhı parıl parıl, vaatler hoş ve çok mantıklı, sağlam domatesler ön sırada özenle dizili. Peki kıyamet nerede kopuyor? Kanaatimce kıyamet, anlata anlata bitirilemeyen ideallerin davranışa dönüş ............................................................................