Gözümde yaşlarla uyudum, uyandığımda gördüğüm her şeyin olmamış yaşanmamış olmasını dileyerek. Uyandım, kapının önünde gazete üstünde duran çamurlu botlar bana her şeyin yaşandığını söyledi yine. Ah o kırmızı çamur, nerede görsem tanırım seni...
Yıllardır İdlib’e gidip geliyorum. Her defasında yaşadıklarımın, gördüklerimin ağırlığı ile “bir daha buraya gelmeyeceğim, bu buraya son gelişim” desem de bir zaman sonra yine kendimi çadırların arasında, çamurlu yollarda buluyorum. Beni oraya bağlayan neydi biliyorum; çocuklar… O bitmek tükenmek bilmeyen umutlarıyla beni her defasında kendilerine çekiyorlar.
31 Aralık 2019 günü tekrar İdlib’teyiz. Rusya ve Esed rejimi bombardımanlarına hız vermiş, bu kez İdlib’in merkezi ve çevre köyleri bombalanıyor. Bu sebeple halk ya bulduğu araçlarla ya da yürüyerek, koşarak hayatlarını kurtarma telaşına girmiş. Yüzlerce kez geçtiğim yollarda bu kez konvoylar halinde kaçan insanları görüyorum. Kimi bir kamyonun arkasında kaçarken yanına alabildiği eşyalarının arasına sıkışmış, kimi bir arabanın camına yaşlı gözlerini yaslamış.
Keder nedir onlara bakınca anlıyor insan. Keder çaresizlik, keder nereye gideceğini ne yapacağını bilmeden yol almaktı, gördüm gözlerinde. Yol boyunca kamyonlar görüyoruz arkasında ya eşya var ya da insan. Bazıları hareket halinde bazıları kenara park etmiş bekliyor. Neyi beklediğini bilmeden belki de... Ve her yerde çadır görüyoruz, boş olan her yerde bir çadır. Suların içinde yüzen, içinde insan olan çadırlar. Hava çok soğuk, yağmur çok yağıyor. Bereketli Suriye toprakları suyun fazlasını çamur haline getirmiş. O hiç unutamadığım kırmızı renkli çamurlar…
Yaşlanan Çadırlar Gördüm
Bu kez İdlib bir başkaydı, evet her zaman kederliydi ama peşinden koştuğum çocuklar bana her şeyi unuttururdu. Bugün İdlib bir başka bakıyordu bana. Bizi İdlib’teki yoğun bombardımandan kaçanlar için kurulmuş yeni bir kampa götürdüler. Yanımızda gıda ve bebekler için bez, uyku tulumu, battaniye gibi şeyler vardı. Bembeyaz çadırlar sıralanmıştı yine. Yolları çamurun garantisinde. Yaşanmışlıklarından yaşlanan çadırlar gördüm, oysa bu çadırların yeni kurulduğu belli. Bu kampın en büyük özelliği buradaki insanlar daha yeni muhacir olmuştu. Savaşın başından beri evlerinde, köylerinde kalabilen insanlar yapılan bombardımanlar sonucu evlerini, topraklarını terk etmek zorunda kalmıştı. Hava o kadar soğuktu ki... O kadar üşüdüm ki anlatamam. Etraf açıktı ve rüzgarı kesecek hiçbir yapı yoktu, rüzgarın sesi bile duyuluyordu ve yağmur yağıyordu. Bugün gökyüzü de bu insanlara ağlıyordu bizim gibi, hiç durmamıştı ağlaması. Kat kat giyinmemize rağmen çok üşüyorduk.
Çadırları tek tek gezmeye başladık yanımızdakileri teslim etmek için. Bir çadırda gözümüze ilk çarpan şey buzdolabıydı, kaçarken buzdolabını almıştı kadın, belki de en değerli gördüğü şey oydu. Muhtemelen bir daha kullanamayacaktı, belki de bir zaman sonra elbise dolabı olacaktı ya da ihtiyaçlarını gidermek için satmak zorunda kalacaktı. Zaten çok yer kaplıyordu ama o yine de baş köşeye koymuştu buzdolabını. “Nasılsınız?” diye sorduğumuzda “Biz şimdi ne yapacağız?” diye sordu. Allah’tan gerisini anlayamadım, sadece bunu anladım. Bazen Arapçayı çok iyi bilmediğim için öyle mutlu oluyordum ki bu an da o anlardan biriydi. Sadece “sabır inşallah” dedim. Başka bir şey diyemedim.
Tehlike Var, Gidelim; Ya Onlar?
Bir başka çadıra girdik. Bebek var mı diye sormamla bir kadını kucağındaki bebekle görmem bir oldu. Hava çok soğuktu, çadırın içi de dışarısı gibiydi, bebek ağlıyordu. Hemen elimizdeki uyku tulumunu verdik, giydirsin de bebek daha fazla üşümesin diye. Zemin ıslaktı, yağmur içeri girmişti. Bebek hep ağlıyordu. Nereden aklıma geldi ise birden “bu çadır kentin tuvaleti nerede?” diye .........................................................................................