Fransız hükümetinin Peygamber Efendimize (s.a.v.) yaptığı hakâret içerikli ithamları ve bir dergideki çirkin bir karikatür sonucu ülkemizde Fransız mallarına karşı boykot başlatıldı. Şaşırdık mı? Hayır! Tamam, boykot edelim. Fransız mallarını almayalım. Geçen sene Çin’in Doğu Türkistan’a olan zulümleri arttığında da Çin’i boykot ediyorduk. Kendimi bildim bileli İsrail ne zaman Filistin’e saldırsa İsrail’i boykot ediyoruz. Peki, ne oluyor? Çin ve İsrail zulmünden vazgeçti mi? Fransız mallarını boykot ettiğimiz için onlar Efendimize (s.a.v.) olan hakâretlerine son verecekler mi?
Tamam, bugün Fransız mallarını almayalım, Çin mallarını almayalım, İsrail’i boykot edelim. Hatta şöyle yapalım; bütün Batı devletlerinin mallarını boykot edelim. Sonuçta hiçbirisi masum değil; hiçbirisinin Fransa’dan, Çin’den altta kalır yanı yok. Peki, hiç düşündük mü bu malları marketlerimizden, alışveriş merkezlerimizden çıkardığımızda raflarımızda ne kalacak? Belki yiyecek içecek konusunda idâre edebiliriz lakin onların menşeine baktığımızda da birçoğunun yurtdışı olduğunu görürüz.
Tamam, Türk ürünlerini alalım. Hatta helal sertifikalı olanları alalım. Helal sertifikalı ürünlerin olduğu marketlere hiç gittiniz mi? Fiyatlar normal marketlerin iki üç katı neredeyse. Hadi durumunuz iyiyse buradan alışveriş yapabilirsiniz. Peki, evini zor geçindiren asgari ücretli çalışanlar ne yapacak? İki üç katı fiyatına nasıl alacak? Bugün Çin, bir mal 10 lira ise onun aynısını 3 liraya üretiyor. Bugün asgari ücretli birisi gücü ona yettiği için Çin malını alsa kızmaya, boykot etmiyorsun demeye hakkımız var mı?
Hadi diyelim herkesin durumu çok iyi. Ya şunu hiç düşündük mü? Ceplerimizde bir tane bile Türk üretimi cep telefonu yok! Nereye boykot ediyoruz! Bindiğimiz arabaların neredeyse hepsi yurtdışı malı. Hadi binmeyelim bakalım. Çok güvenli, çok iyi Alman arabalarını kullanmayalım. Yapabiliyor muyuz? Birçok teknolojik üründe yurtdışına bağımlıyız.
Bakın bugün koronavirüs aşısı için yurtdışından gelecek haberleri bekliyoruz. İlaçlarımızın çoğu yurtdışından geliyor. İçinde şifa mı var zehir mi? Bilmiyoruz bile. İçler acısı bir durum değil mi? Ve bu bizim hâlimiz!... Ağlayacağımız yerde tiktoklar çekip gülüyoruz bir de!...
Necmettin Erbakan "Davam" adlı kitabında "Ekonomik bağımlılık, kültürel bağlılığı da berâberinde getirir." diyor. Çok haklı değil mi? Bugün birçok insanın bağımlı olduğu başından kalkamadığı sosyal medya da onların. Faydaları da olabilir lakin sosyal medya ile ruhlarımıza işlediler. Evlerimize girdiler! Mahremiyeti, hayâyı bitirdiler. Beyinlerimizi uyuşturdular. Bizi ekrana mahkûm ettiler. Kendi öz benliğimizi unutturdular. Bu acı gerçekleri göz ardı edebilecek miyiz? Bütün bunları bir kenara bırakıp hâlâ sadece boykot mu edeceğiz? Elbette edelim. Hatta mümkünse boykota gerek kalmadan ülkemizden içeri bile sokulmasın. Ama biz ülkemize almadığımız her ürünün aynısını hatta daha iyisini yerine koyamazsak olacak şey mi bu?
Daha büyük bir eyleme, daha büyük bir duruş sergilemeye ihtiyaç yok mu? Öyle bir eylem olmalı ki bu; Çin bugün Türkiye’den korkup Doğu Türkistan’a zulmedememeli. Hatta cümle garibin, Müslüman’ın tenine bile dokunmaktan çekinmeli. Ecdadımız bütün dünyaya nasıl söz geçirdiyse, sadece bir nota vererek zulümlere ve hakâretlere mâni olduysa, bizde öyle olabilmeliyiz. Peki, bu bugünün şartlarında nasıl olacak? Doğrusunu söylemek gerekirse şunu yapalım, bunu yapalım diyeceğim bir şey yok. Bu ferâsete ve basîrete sahip değilim, bu konulara yetecek kadar bilgi birikimim de yok. Ama bilir misiniz bilmem, Selahaddin Eyyubi hazretlerinin meşhur marangoz hikâyesini. Hikâye değil aslında yaşanmış bir olay. Size kısaca anlatayım.
Halep`te bir marangoz varmış. Öyle sıradan biri değil ama adam gibi adam. "Kudüs esir, Mescid-i Aksa tutsak" der, dertlenirmiş hep. Dertlenmekle kalmamış ama, "Ben Kudüs için ne yapabilirim?" düşüncesi sarmış yüreğini. Öyle ya basit bir marangozmuş, ne asker ne de komutan. Düşünmüş, düşünmüş. Sonra demiş ki: "Madem ki marangozum, o zaman kendimce, elimden gelenin en iyisini yapmalıyım Kudüs için!". Hemen kolları sıvamış ve en güzel işçilikle Mescid-i Aksa için harika bir minber yapmış. Öyle ki dillere destan olmuş bu marangozun minberi. Ünü tâ Irak`a kadar ulaşmış. Ve bazıları sormuşlar marangoza: "Yahu sen yaptın minberi ama kim götürüp koyacak Mescid-i Aksa`ya?". Demiş ki marangoz: "Benim elimden gelen en güzelinden minber yapmaktı ve yaptım! Elbet bir komutan çıkacak ve onu yerine koyacaktır, inanıyorum!". Tikrit sokaklarında koşturan, 4-5 yaşlarında bir çocuk o zaman Selahaddin Eyyubi. Duyar bu minberin hikâyesini ve der ki: "Ya Rabbi vallahi de billahi de bu minberi ben koyacağım Mescid-i Aksa`ya, nasip eyle!". Ve evet, Selahaddin Eyyubi koyar minberi Aksa`ya. O meşhur minberin 1967`de yandığı söylenir.
İşte bu hikâyedeki marangoz misâli önce sağlam bir imana sahip olmalı. Sonra da herkes elini taşın altına koymalı, uyuduğumuz uykudan uyanmalıyız. İstidamız ve bize verilen kabiliyetimizle ne yapıyorsak onu en iyi şekilde yapmalıyız. İslâm için var gücümüzle çalışmalıyız. Güçlü olmalıyız. Bilimin, ilimin, fennin peşinden koşmalıyız. Kendi özümüze dönmeli; Müslüman şahsiyetine bürünmeliyiz.
Ekonomik ve kültürel bağımlılıktan kurtulup, özgür olmadıkça; boykot ettiğimiz her ürünün yerine daha iyisini koyamadıkça sadece boykot etmek bir işe yaramayacak, malum yaramadı da. Bütün zulümler, hakâret dolu içerikler devam ediyor. Ediyor ama bu böyle geldi, böyle gitmemeli. Hepimiz kendimize çeki düzen vermeli, marangoz hikâyesindeki gibi elimizden gelenin en iyisini yapmalıyız.