Bizim evlerde hep “ne derler” ile başlayan cümlelerle aktarılırdı bu değer kavramı. Bir süre sonra “amaan ne derlerse desinler yeter ama!” diyerek yırttık perdeyi. Kimin ne dediği bir süre sonra umurumuzda olmadı ama emin olun doğru zamanda başlarsak; kimin ne dediğinin yine bir anlamı olmayacak, hatta olmasın da ama Rabbimizin rızası temel yol haritamız, istikametimiz olarak aklımızda, yüreğimizde kalacak!
Herkes genellikle çok haklı ve aslında çok da iyi biri, değil mi? Biliyorum ben bu önermeyi! Sadece merak ettiğim herkes bu denli iyi ise, bunca kötülüğün kaynağı ne ola ya da nereden çıkmakta?
Geçenlerde bir mecliste çok tanımadığım birinin ağzından, keşke çıkmasaydı dediğim ama bir taraftan da bu meseleyi düşünmemi sağlayan, söyleyeni için ise çokça endişelendiğim şu söze kulak misafiri oldum:
“Yahu biz iyi insanlarız, bunca kötü insan varken herhalde ahirette şansımız vardır!”
Yani ne kadar şansımız var ya da ne kadar iyiyiz bilemiyorum ama bunu değerlendirmek ne haddimize!
Evet, sanırım gerçekle yüzleşmek için bize bir ayna lazım. Çünkü o çokça sevdiğimiz ya da bol bol şikâyet ettiğimiz çevremiz, aslında bizden, bizlerden ibaret!
Hadi biraz açalım mevzuyu, mesela benim şöyle bir hayalim var; bir zaman diliminde, bir aralıkta, ne bileyim işte bir yerlerde kendimizle ya da en azından kendimiz gibi birileri ile karşılaşmamız, vakit geçirmemiz gerekiyor. Düşünsenize tam da sizin çevreye anlattığınız, sosyal medyada paylaştığınız ya da göstermeye çalıştığınız kadar iyi, sevecen, hoşgörülü, anlayışlı, yardımsever, paylaşımcı, dürüst, net ve bir o kadar da “güzel insan” biri. Eee neticede sizsiniz işte tam olarak.
Durun ama hemen sevinmeyin öyle! Zira bu anlattıklarım yanında, tam da kendinizle baş başa kaldığınızdaki kadar kıskanç, bencil, sevgisiz, hırslı, kin tutan, nefret edebilen, alıngan, üşengeç, tembel, bahane bulmakta usta ve maalesef daha bir sürü şey aslında. Şimdi çok çarpıcı örnekler sıralayabilirim hayatın içinden ama bence yeterli bu kadarı. Hadi şimdi hayal edin ne olur! Mesela aynı sınıftasınız ya da aynı işyerinde çalışıyorsunuz ya da en yakın arkadaşınız; tam da her ortamda gururla ifade ettiğiniz kadar siz!
Elbette biliyorum ki geneli kapsayamayacak kadar farklı sonuçlara gebe bu hayalimiz. Belki bir kısmımız halinden memnun gerçekten, bir kısmımız üzgün, bir kısmımız umursamaz ve belki bir kısmımız şikâyetçi, bilemiyorum. Ancak anlatmak istediğim çok ama çok başka bir şey. Her insan, bu duyguları da içinde barındıran bir fıtratla geliyor yeryüzüne. Yani hepimizde bu ve benzeri daha birçok duygu tohum misali bulunmakta. Asıl olan zaten yolculuğumuz esnasında bu duygulardan bazılarını baskılayıp, bazılarını geliştirebilmekte.
Bizler yaşadıklarımız ve yaşattıklarımızla, çevremizle, seçimlerimizle; bilerek ve dahi isteyerek büyütüyoruz, besliyoruz ve öne çıkarıyoruz bu duyguları. İşte nihayetinde de karakter diye nitelendirdiğimiz kıvama, elbiseye bürünüyoruz. Yani bizzat biz seçiyor ve diktiriyoruz bu elbiseyi. Kimimiz yakışanı; kimimiz ise moda, akım ya da tarz diyerek adına, anlamsız kıyafetlere bürünüyoruz.
İşte şimdilerde beslememiz gereken bu duyguların adına “değer” ve besleme çabasına da “değerler eğitimi” deniyor. Hemen hemen her yerde görebilirsiniz bu eğitimleri. Bu “değer” diye bahsedilen kavramların geliştirilmesi gerektiğinin anlaşılmış olması sevindirici olmakla birlikte, uygulanış biçimi düşündürücü maalesef. Mesela eskiden bu eğitim yoktu, peki insanlar “değer” yoksunu muydu? Bence hiç de öyle değil. Aslında sorun tam olarak ne biliyor musunuz?
“Hiçbir değer anlatılarak öğretilmez, yaşayarak kazandırılır!” noktasını hepimizin kaçırıyor olması. Eskiler belki de bunu yapıyordu. Böyle eğitimler falan yoktu ama “yaşamak” ve “yaşatmak” vardı. Şimdi ise siz ne kadar bu değerlere sahip çıkmaya çalışırsanız çalışın eskilerden çok daha zor işiniz. Zira o dönemde dış faktörler dediğimiz şeyler çok sınırlı ve etki alanı nispeten zayıfmış; şimdi daha net olarak anlıyorum. Mesela benim çocukluğumda bizi en fazla etkileyen “komşunun oğlu” faktörüydü. Aileler çocuklarını hırslı birer makineye dönüştürdüklerinden habersiz, birbirleri ile yarıştırıyorlardı. Ya da dedikodu, asırlardır sönmeyen ateş fitne hep vardı ama yayılma hızı şimdiki kadar ürkütücü değildi.
Zaman içinde yer altına döşediğimiz fiber optik kablolar, 5G teknolojileri falan, görünenin dışında başka amaçlara da hizmet eder halde. Televizyon, internet, moda ve akımlar; ahlâksızlığı “tercih”, değerleri hiçe saymayı “özgürlük” ve inançlı olmayı “gericilik” olarak aktarmaktalar. Hedef kitle ise belki de değerleri yaşayarak öğrenebilecek kıvamdaki kardeşlerimiz. Peki, biz ne yapıyoruz, onların zihinlerinin karışmasına izin veriyor ve sonra “Hadi o kalbine leke olarak bıraktıkları tüm siyahlıklardan kurtul!” diyoruz. Bunun yerine daha minicikken elleri, yürekleri ve duyguları; yaşayarak, yaşatarak öğretmeli güzellikleri. Ancak bunun için önce “güzel” olmalı, “iyi” kalmalı…
Şimdi “değerler eğitimi” deyince bizim zamanımızdaki versiyonu geldi aklıma yine. Bizim evlerde hep “ne derler” ile başlayan cümlelerle aktarılırdı bu değer kavramı. Bir süre sonra “amaan ne derlerse desinler yeter ama!” diyerek yırttık perdeyi. Kimin ne dediği bir süre sonra umurumuzda olmadı ama emin olun doğru zamanda başlarsak; kimin ne dediğinin yine bir anlamı olmayacak, hatta olmasın da ama Rabbimizin rızası temel yol haritamız, istikametimiz olarak aklımızda, yüreğimizde kalacak! Doğru zaman ise bence tartışmasız okul öncesidir.
Bu arada azıcık yukarda “iyi olmak” ve “iyi kalmak” dedik ya; dünyadan bu kadar “iyi” diye anılan geçmişse, biz de “iyi” olabilir ve kalabiliriz zannımca. Ancak önce bir şeyi kabul etmemiz gerek sanırım ve bu da son sözümüz olsun o zaman:
İyilik ve güzellik insanlıktan, kalbimizin temizliğinden ya da başka bir şeyden değil, bizzat İslâm’dan kaynar ve çağlara yayılır! Zira Rabbimiz bize iyiliği ve güzelliği emreder ve bu sebeple salihlerle beraberliği tavsiye eder.