
Ölene şehittir demek kimsenin haddi değil, ama yaşayana şâhit olmak hem hakkımız hem vazifemiz. Senin şehit gibi yaşadığına ben şâhidim kardeşim. Şehit gibi, yani şâhitliğin en diri, en umarsız ve hasbî formu ile yaşadığını gördüm ben. Gelişin, gidişin, duruşun, konuşman, gülüşün, tavrın, sevgin, öfken… Hepsi şehit gibi yaşayışının tezahürleriydi, yirmi beş seneyi aşkın dostluğumuzda bunu tecrübe ettim.
Şirin Anadolu ilçesi. Merkez cami avlusu, musalladaki cenaze için gelenlerce doldurulmuş. Belediye başkanı, ilçesinde bir daha belki göremeyeceği bu kalabalığa hitap etme fırsatını kaçırmıyor. E tabii, haklı olarak hoş geldiniz diyecek, teşekkür edecek: “Âsım Gültekin, İmam-Hatip’ten iki sene küçüğümüzdü, tanışırdık ama öyle bir yakınlığımız yoktu. Meğer Türkiye için ne büyük değermiş. Bunu dünkü sosyal medya paylaşımlarından anladık.”
Ah Âsım, sen neymişsin be birader? Hep demez miydin, “izahı olmayanın mizahı olur” diye… Hadi izah edilemeyenin mizahını gelip de yapsan ya şimdi… Memleketinin musallasındasın; biz dostların ölümüne inanamıyoruz, hemşehrilerin hayatına inanamıyor. Herkese tanıtırken kendini, memleketini nasıl es geçtin güzel kardeşim?
Mizah demişken, na’şının arkasındaki en gösterişli çelenge ne demeli? Birisi yaşarken sana, en şaşaalı çelengi altı oklu partinin genel başkanının göndereceğini söyleseydi, sanırım o bildik tepkini verir, “gevurluk yapmayın” derdin. Hatta inandığın, sevdiğin bir adamın cenazesinde böyle bir şeye şahit olsan, muhtemelen müdahale de ederdin. “Bu insan hayatında hep sizin zihniyetinizle mücadele etti, alay etmek için mi buradasınız?” diye kılıcını çekerdin, kesin. Bir an sen olup öne atılayım diye aklımdan geçmedi değil. Ama ben Âsım mıyım ki? Bunu anlatsam sana, bana sık kullandığın o cümle çıkardı yine ağzından herhalde: “Çok kötüsün be abi…”
Çok kötüyüz Âsım, canım kardeşim, çok kötüyüz. “Hâl-i hayatında nasıl bilirdiniz” sorusunu cevaplarken bile kötüydük. İyi bildik de, ne yaptık? Hakkımızı helal ederken avazımız çıktığı kadar bağırdık belki, üç kere hem de… Ama yok, yine kötülüğümüz bâki kaldı. Kime, ne duyurmaya çalışıyorduk da böyle ortalığı inlettik, bilmem. Donuk gözlerle mezara indirilişini izlerken daha da kötüydük. Nasıl sığdın o daracık yere, bu dünya seni sığdıramazken kendine, hiç inanır gibi durmuyorduk. Üzerine toprak atılırken kılımız bile kıpırdamadı. Hatta ben de girdim sıraya, alıp küreği, biraz da ben örttüm üstünü.
Çok kötüyüz Âsım. O dolu küreği acemi tavırlarla üzerine savururken hayatında da aynı şeyi yaptığımızı düşündüm, biliyor musun? Biz senin üstünü işte böyle örttük güzel kardeşim. Tenzih ettiklerim hariç diyeyim de, hakka girmeyeyim; ama bizler işte, dostların, arkadaşların, önemsediklerin… Sıra dışılığın, sürüden olmamanın, inceliğin, naifliğin, yufka yürekliliğin ve en önemlisi özgünlüğünün bedelini hep ödettik sana. Yeni fikirlerle, bitmeyen bir heyecanla yanımıza gelişinin, orijinal şeyler üretmekten hiç geri durmayışının ve sürekli gayret göstermenin acısını çektirdik. En azından dinlemeyi başarabilseydik, gam yemeyecektim. Korkarım bunu da yapamadık. Dudağımızda sinsi, senin içini acıtan, ama görmezden geldiğin o bilmiş sırıtmayla burun kıvırdık söylediklerine. İşlerine, projelerine, derdine yardımcı olmak, yükünü kaldırmak, sana omuz vermek şurada kalsın, sözlerini, rüyanı, hayallerini ciddiye bile almadık.
“O kadar da kötü değilsin be abi” diyeceğini biliyorum. Çok şey paylaştık, çok işi birlikte yaptık, yan yana çok koştuk, çok işe birlikte omuz verdik, doğrudur. Seni ilk tanıdığımda Göztepe Kampüs’te birlikte öğrenciydik. Sen edebiyatçıydın, biz işletmeci… Efsane dergin Biat’ı nasıl unuturuz? Bizim Reca’mız vardı, senin Biat’ın. Seher’in sökün etti sonra. Kartal İHL civarında açtığın, bizim gibi adam saydıklarını rica minnet getirip çocuklarla buluşturduğun o öğrenci evini o zamanlarda okumuş kim unutur? Okula alternatif okul oluşunun faturasını ödetmeyeceğimizi mi zannetmiştin? Oyunda, oynaştaki çocukları marş dinleyen, ezgi ezberleyen, adam gibi adamları okuyup, peşlerinden koşturan dertlilere dönüştürmenin acısını çıkartmayacağımızı mı sanmıştın? Biz insanlar çok kötüydük, böyle bir gayreti kaldıramazdık, sen ise çok naiftin kardeşim, çok naif, bize hep tahammül ettin.
Çeyrek asrı geçen bir dostlukta ne güzel işlerine şâhit oldum öyle. Kitap Postası, Cafcaf, Dünyabizim, vesile olduğun binlerce kitap halkası, sayısız etkinlik, görüşme, konuşma, toplantı, buluşma, dergi fuarları, dergiler birliği… İçinde bulunmadığın süreli yayıncılık faaliyeti yok gibiydi. Aklına kültür ve sanat ile ilgili bir fikir düşen önce seni arardı. Herkesi birbirine bağlayan, herkesin birbirine bağlandığı bir düğümdün. Çözüldün, çözüldük. O kadar sene bağlamak için uğraştığın, bunun için hayatını verdiğin, aralarına köprüler kurduğun bu kadar adam sensiz ne yapacak şimdi?
Cafcaf’ın ilk günlerini hatırlıyorum şimdi. O rüyandan bahsettiğinde ne heyecanlanmıştık. Genç işlerine sardırmıştık ya, ilk gördüğümüz mizah dergilerinin tahribatıydı. Etkilerini görüyor, içten içe hayıflanıyor, alternatif ortaya koymak zorunda olduğumuzu hissediyorduk. Senin de tam aynı derdin devasını aradığın günler… Farkımız? Biz kötüydük, işin olabilirliği ve sürdürülebilirliğini dert ediyorduk. Sen iyiydin, rüyana inanmış, uyanıkken gördüğün o rüyayı her engele rağmen gerçekleştirmeye çalışıyordun.
Buluştuk ve GENÇ’in ilavesi Cafcaf doğdu. İlk sayıdan itibaren biliyorduk, Cafcaf bir ilaveden fazlasıdır, mutlaka müstakil olmalıdır. Ama sana ve her birini binbir nazla topladığın çizer tayfasına bir can suyu lazımdı. O işe inanan bir müteşebbis çıksın ya da birileri ikna olsun diyene kadar GENÇ işin kuvözü oldu. 17 sayı birlikte yürüdük. Biz yöneticilerimize düzenli ulaştırılan Cafcaf’ta çıkmış edepsiz(!) kelime çeteleleri ile uğraştık, sen bizi bir türlü beğenmeyen, tirajımızı az bulan, bu yüzden bize diş bileyen çizer tayfası ile… Gün geldi, Cafcaf müstakil oldu, ama arzu ettiğin seviyeye hiç gelemedi. Ama o iş gayretinin, azminin ve sebatının tescillendiği bir şeref levhası olarak tarihe geçti. Sonuç? Kötüler kazandı, iyiler haklı çıktı.
Ya Dünyabizim? Kültürel iktidarı ağyarın elinde görüp de ağlayanların böyle bir siteden haberi var mıydı acaba? Müslümanca düşünmenin, Müslümanlıkla temayüz etmişleri öne çıkartmanın ilginç ve özgün manevralarını bu kadar güzel ve doyurucu takdim eden başka bir çalışma olmadı. Gecelerini gündüze döndüren o çalışmalar neredeyse seni camianın üzerinde ittifak edilen kültür otoritesi yapmıştı. Ama gönlün yufkaydı ya, salon adamı olmaya tenezzül etmezdin ya, kimseye eyvallahın yoktu ya, birileri sana hep arkaik muamelesini reva gördü. Yeterince kötü olamadığın için dememe gerek var mı? Bizim kadar kötü olsaydın, omzunda çantası, sırtında hırkası, başında kalpağı, yakasız gömleği ile bir garip olarak kalır mıydın böyle?
Omuzunda ya da elinde taşıdığın, sürekli değişen o çantanın içini hep merak ederdim, biliyor musun? Ya dergi, ya kitap, ne olacaktı ki? Ama gündem oradaydı işte. Senin gönül gündemin oradaydı. Dergi ve kitabı almayı da çok severdin, vermeyi de… Bazen elini çantanın içine atar, altı çizilmiş bir kitap çıkartır verir, ismi duyulmamış yazarını metheder, kitabı okumanın ötesinde üstüne ilave bir şeyler yapmamız için teşvik edici bir iki cümle ediverirdin ayaküstü. Edilgenlikten çıkmaktan bahsederdin sürekli. Bizim adamlarımızın konuşulması, gündemimize sahip çıkmamız senin için her şeydi. Biz olmayanın bizimle anılmasından nefret ederdin.
GENÇ’in bir yayın kurulunda kapak tekliflerini konuşuyorduk. Sen “Dark” demiştin, şaşırmıştık. Kötüydük ya, o dizi üzerinden zaman döngüsü hakkında söylediklerini yine ciddiye almamıştık. O kapağın sonradan “Sana Guslü de Soracaklar” şeklinde çıkışından belliydi bu. Ama o gün “Dark” ne alaka diye düşündüğümü hatırlıyorum. Sonra ortaya çıkmıştı ki o diziyi sen sevgili Taha’ya verdiğin söz için izlemiştin. Taha; gözünün nuru mahdumun… Yaz başındaydık; ona bir yaz programı teklif etmiş, karşılığında Taha’nın da sana bir program önermesini istemiştin. Baba-oğul birbirinize yaptığınız ve yayın kurulumuzla paylaştığın aşağıdaki yaz programı teklifi senin babalığının ve kocaman Müslüman yüreğinin ispatı için kâfidir:
Taha İçin Yaz Programı Teklifi:
• Haftada bir âlim, arif, bilgili bir Müslümanı ziyaret.
• Haftada bir öykü yazmak.
• Ayda bir GENÇ Dergisi yazısı.
• Haftada bir Sezai Karakoç kitabı bitirmek.
• İstanbul camilerini keşif gezileri.
• Sahafları keşif gezileri.
• Kitapçıları ziyaret.
• Dört Dostoyevski okumak.
• Üç Şekspir.
• Üç Tolstoy.
• Haftada bir film seyretmek.
• Ö. Hoca ile haftada bir Necip Fazıl.
• Cumaları Altınoluk editörlük programı.
• Yaz okulu (beş gün haftada).
Âsım Baba’ya Ait Görevler:
• Haftada bir kez Taha’nın önerdiği bir kitap okumak.
• Yaz tatilinde 3 yabancı dizi bitirmek.
• Taha’yla haftada bir film izlemek.
Son dönemde kelimelere sarmıştın. Türkçeye zaten âşıktın. Frankfurt Kitap Fuarı’ndan yazdığın bir mesajı hatırlıyorum. “Türkiye standına iyi bak” demiştim de “Beni Türkiye göndermedi ki… Hem Türkçe, Türkiye’den daha büyük ve güçlü, Türkiye’nin bittiği yerlerde de geçiyor” diye cevap vermiştin. Türkçe sevdan etimoloji gibi bir deryaya saldı seni. Aslında özgünlüğünü kullanabileceğin bir alandı burası. Şu ifadelerin bunun ispatıdır:
“Türkçede her şey “bir”den başlar. Ansızın oluveren bir şeyi birdenbire kelimesi ile ifade ederiz. Öyle güzel bir ifadedir ki bir-den bir-e! Birdenbire ifadesinde oluş ‘Bir’in içinde gerçekleşir. Birden kopacakmış, ayrılacakmış gibi yaparak ama birden kopmadan, ayrılmadan ve bire yönelerek, yine birden bire gerçekleşen bir serüven! Hay’dan gelen Hû’ya gider demenin başka bir yoludur ‘birden bire’ adeta. ‘Allah’tan geldik, yine ancak O’na dönücüleriz’ demenin bir başka yolu.”
“Birden Bine-Türkçe’de Sayıların Kökenine Dair Denemeler” kitabın böyle çıktı. Özgün bir kitaptı. Tarihe geçmiş projelerin gibi (“proje” hiç sevmediğin bir kelimeydi bu arada, haklısın…) bunun da kıymeti sonradan bilinecek. Oradaki “bir” sayısı ile ilgili yorumuna bakarak iddia ediyorum bunu: “En zor sayı bir sayısıdır, çünkü çözülebileceği kadar çözülmüş, çözüle çözüle kendi başına kalmıştır.” Ya sen güzel kardeşim? Kapanabildiğin kadar kapanmıştın da o yüzden mi bu kadar tek, biricik ve özgün kalmayı başarmıştın?
Son çektiğin videonu oturdum, izledim. “Her şahıs için mukadder olan nefeslerdir. Nefesler tamam olunca ölüm gelir. Hakikatte hayat nefesten ibarettir. Nefesini koruyan kimse hayatını muhafaza etmiş olur.” Veda konuşması gibi bu satırları başkalarına mı okuyordun? Peki, niye başını kaldırıp da bakmıyordun ekrana? Az çok seni tanıyacağımı düşünürüm; kime kahırlanmıştın öyle? Baksan da kimseyi göremeyeceğin o ekrana mı, ekranın arkasında umup da bulamadıklarına mı? Orada okuduğun, Muhammediye adlı muhalled eserin Rasulullah’ın son anları bahsiydi. “Bu milletin köklerinde var, Ahmediye, Muhammediye okumak lazım” diye geldiğin günü de hatırlıyorum. Yine seni ciddiye almamıştık, yine ne kötüydük, değil mi? Sonra kendi başına yola düşüşün… Kitap halkaları kuruşun… En son sosyal medyada okumalar yapıyordun.
O son videonu nasıl bir halet-i rûhiyede çektin ki bıçak gibi geldi oturdu yüreğime? Niye bakmıyordun o ekrana? Niye “gevurlar” diye kızmıyordun öğrencilerine? Orada satırların arasında kaybolmuş seni izlerken aslında kendi kendime hayıflandım, durdum. Kötü de olsam, işte böyle kardeşim, seninle buluşmamıza yol açan, bu kadar zamandır bizi abi-kardeş yapan iyi tarafımıza yor; şunu sordum kendime: Niye son günlerde aklımdan çıkıp gitmiştin, niye arayıp da halini, hatırını sormamıştım? Bu muydu kardeşlik, bu muydu dostluk? Bir kere kameraya, yani gözümüzün içine bakmayışın, inatla bakmayışın, gözlerini arayana gözlerini vermeyişin bunun cezası mıydı yoksa? O son videon beni nasıl sarstı, bilemezsin. Yine yüzümüze çarpmıştın tıynetimizi, yine çok kötüydük, değil mi?
O videoyu “hayatı şehit gibi yaşamak” duası ile bitirmişsin. Niye şehit gibi ölmek değil de şehit gibi yaşamak? İşte senin bir farkın daha. Yaşamanın şehitcesini isteyen sen… Ölene şehittir demek kimsenin haddi değil, ama yaşayana şâhit olmak hem hakkımız hem vazifemiz. Senin şehit gibi yaşadığına ben şâhidim kardeşim. Şehit gibi, yani şâhitliğin en diri, en umarsız ve hasbî formu ile yaşadığını gördüm ben. Gelişin, gidişin, duruşun, konuşman, gülüşün, tavrın, sevgin, öfken… Hepsi şehit gibi yaşayışının tezahürleriydi, yirmi beş seneyi aşkın dostluğumuzda bunu tecrübe ettim.
Bir ufuk için yaşamak nedir, insanlar neye davet edilmelidir, kim, hemen, şimdi rüyasına uyanmak için ne yapmalıdır, sana dokunan bunlarla yüzleşti, dava adamlığını tecrübe etti. Senin dokunduğun bu şehâdetle yaşadığına şâhit oldu. Kötü olabiliriz Âsımcığım, istediğin yarenliği yapamamış olabiliriz, gönlünce yeşermeni temin edememiş olabiliriz, ama biz seni çok sevdik, bunu bilesin. Biz senin yüce bir gayenin peşinde koşturmanı gıptayla izledik, mümin ve muvahhid olarak yaşadığına şâhitlik ettik. Gittiğini duyduğumuzda yüreğimiz yandı. Bu yanışa şahit olsun Rabbimiz. Yüreğine dokunduğun binlerce genç var ya… Onların hüsn ü zanlarına bağışlasın O yüce Mevlâ. Zaten O’ndan başka kimimiz var kötülüklerimizi örtecek, bizi bağışlayacak ve rahmetinin enginliğiyle “tut kardeşinin elinden, girin birlikte ebedi esenlik yurduna…” diyecek...