Geçenlerde, babam yaşlarında, ikisini de yakından tanıdığım iki kardeşten birinin vefat ettiğini, diğerinin, aralarındaki bir meseleden dolayı cenazeye bile gitmediğini öğrendim, kahroldum. Bu kadar mı yâni? Çok çok özel durumları bilemeyiz, büyük konuşmamak lâzım ama bu kadar mı Allah aşkına?!
“Akrabânın akrabaya akrep etmez ettiğini.... Akrabâydık, akrep olduk biz bize.... Foyamız meydana çıktı, bakmaz olduk yüz yüze....”
Akrabâlar arasında bir mevzu duyunca, böyle söylerdi Tenekeci Ali Emmi… Üzülür, derinden “Ahh...” çekerdi...
Gurbet, yarı ölü gibi kılıyor insanı. Sanki memleketten çıkınca biraz ölüyor, geride bıraktığın birçok şeyden haberin, ilgin, irtibatın kesiliyor, geri döndüğünde de, yeniden dünyâya döndürülmüş gibi onların yeni hâlleriyle karşılaşıyor, üzülüyor, seviniyor, hayret hatta dehşete kapılıyorsun.
Geride bıraktığım 3 senelik gurbet hayâtında, Türkiye’ye geldiğimde beni en çok hüzne sevk eden hâdiseler, akrabâlar arası münâsebetlerde yaşanan sıkıntılar etrâfında toplanıyor.
Sizin onca zaman birlikte iki bardak çay içmek ve hiç değilse yarım saat-bir saat muhabbeti demleyip özlem gidermek için hayâl kurduğunuz o “kutsal” birliktelikler, kişilerin arasındaki çoğu ıvır zıvır meseleden dolayı ya gerçekleşemiyor ya da gerçekleşse bile zorâki bir araya gelinen monoton ve hiçbir şekilde muhabbetin tesis edilemediği ortamlar hâline dönüşüyor.
Düşünüyorum da bu akrabâ arası ilişkilerin mânevî mes’ûliyet ve ağırlığını idrakten çok fazla uzaklaşmışız biz.
Sırf bu derdimden dolayı, muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendinin, Faziletler Medeniyeti 2 isimli eserinde, ara sıra ayıraç ipi orada sâbit duran “Sıla-i Rahim (Akraba Hakkı)” konusunu açıyor ve tuhaf tuhaf duygularla defâlarca okuyorum.
O sayfalarda muntazam bir şekilde bir araya getirilmiş âyet ve hadislerden buraya nakillerde bulunarak konunun özgül ağırlığını en ciddî şekilde ortaya koymaya çalışmak istiyorum:
“Akrabâ çevresi, insanı maddî ve mânevî kötülüklerden muhafaza ettiği gibi muhtelif hayır ve sâlih amellerin işlenmesinde de yardımcı olur. Peygamberler, tebliğlerine akrabâlarından başlamışlardır. Yine onlar, akrabâlarının desteğiyle tebliğ vazifelerine devam etmişlerdir. Meselâ Hûd Sûresi 91’inci âyette zikredildiği üzere Şuayb’ın (as) kavmi kendisine:
"-Eğer kabîlen olmasaydı, mutlakâ seni taşlayarak öldürürdük!...” demişlerdir…”
Nisâ Sûresi’nin 1’inci ve 36’ncı âyetlerinde Rabbimiz, “-Akrabâlık haklarına riayetsizlikten sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” “-…Anaya, babaya, akrabaya… iyi davranın…” ifâdeleriyle aslâ bir bir tavsiyede falan bulunmuyor, kullarına, akrabalarıyla ilgili konulara ilişkin emrediyor, emir veriyor.
Peygamberimiz (sav) da, “-Akrabâsının yaptığı iyiliğe aynıyla karşılık veren, onları koruyup gözetmiş sayılmaz. Akrabâyı koruyup gözeten kişi, kendisiyle alâkayı kestikleri zaman bile, onlarla iyilik etmeye devam edendir.” Buyurmak suretiyle, akrabalarla münâsebetin, Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân sıfatının bir tecellîsi olarak merhamet ve şefkat temelleri üzerinde binâ edilmesinin altını çizmiştir.
Yine Sevgili Peygamberimiz, fazîletli amellerin ne olduğunu soran bir sahâbiye, “kendisiyle alâkayı kesen akrabâyla görüşmeye devam etmenin, pek kıymetli davranışlardan biri olduğu” şeklinde cevap vermiştir.
Sıla-i Rahim’de bulunmanın, yâni akrabâ hakkını gözetmenin doğrudan îmanla alâkalı olması husûsunu da açıkça ortaya koyan şu hâdis-i şerifi de her zaman zihnimizde tutmamız, yüreğimizde hissetmemiz gerekiyor:
“Allah’a ve âhiret gününe îman eden kimse, akrabasına iyilik etsin!...”
Yine, Allah Teâlâ, güzel bir âkıbet ile müjdelediği kullarının vasıflarını beyân ederken Ra’d Sûresi 21’inci âyette, “-Onlar ki Allah’ın riâyet edilmesini emrettiği şeye riâyet ederler (sıla-i rahimde bulunurlar), Rablerinden korkarlar ve (bilhassa) hesâbın kötü olmasından endişe ederler...” buyurmaktadır.
Birtakım zorluklarının da olabileceği sıla-i rahim için, ona verilecek mükâfaatın büyüklüğüne işâret ile de yine Sevgili Peygamberimiz, “Rızkının çoğalmasını ve ömrünün uzamasını isteyen kimse, akrabasını kollayıp gözetsin!..” buyurmuşlardır.
Bundan çok daha güzeli de, sıla-i rahimin insanı Allah Teâlâ’nın muhabbetine eriştirmesidir. Bir kudsî hadiste, Allah Teâlâ şöyle buyurur: “…Akrabâ ve dostlarıyla irtibatını kesmeyenlere Ben’im de muhabbetim hak olmuştur.”
Bunların aksine, akrabâlarıyla bağını keserek onlarla ilgilenmeyen kişiler için de pek çok ilâhî îkaz ve tehditler vârid olmuştur. Râ’d Sûresi 25’inci âyette şöyle buyurulur: “Onlar, Allah’a söz verdikten sonra verdikleri sözü bozarlar. Allah’ın gözetilmesini emrettiği kimselerle alâkayı keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. İşte onlar, lânete uğramışlardır; cehennem de onlar içindir.”
Hadis-i şerifte buyurulduğu üzere, Allah (C.C.), akrabasını koruyup gözeteni gözetme, akrabâsıyla alâkasını kesene rahmetini kesme vaadinde bulunmuştur...
Yine bu mevzuda, Rasûlullah (A.S.) şöyle buyurmuştur: “Âhirette cezâsını ayrıca vermekle berâber, dünyâda Allah Teâlâ’nın çabucak cezâlandırılmasını en fazla hak eden günahlar, zulmetmek ve akrabâyı ihmâl etmektir.”
“Her Cumâ gecesi insanoğlunun amelleri Allah’a arz olunur. Fakat akrabâsıyla alâkasını kesen kimsenin amelleri kabul edilmez.”
“Yeryüzünde bir müslüman, Allah’tan bir şey dilerse, günah bir şeyi istemediği veya akrabâsı ile alâkasını kesmeyi arzu etmediği müddetçe Allah onun dileğini mutlaka yerine getirir veya ona vereceği şey kadar bir kötülüğü kendisinden uzaklaştırır.”
“Akrabâsıyla ilgisini kesen kimse cennete giremez...”
***
Şu satırları okur okumaz, insanın, hemen toparlanıp akrabâlarının yanında soluğu alası, uzakta olanları arayıp sorası geliyor... Aynı soydan geldiğimiz insanların yanında geçirdiğimiz vakitler, onları uzaktan yakından gözetmemiz, hâl ve hatırlarını, sormakla kalmayıp tâkip etmemiz, büyük-küçük demeden onlarla irtibatı güncel tutmamız ne kadar da önemli...
Ama bir bakıyorsunuz, çoğu yerde ve çoğu kişi arasında, muhtelif ve ekserîsi küçük ve maddî meselelerden dolayı nice tahriş olmuş, tahrip olmuş hatta bitmiş, yıllar öncesinde sonlandırılmış irtibat ve ilişkiler var...
Sohbetlerde, vaaz ve nasihatlerde okunuyor, anlatılıyor, dinliyoruz... Hatta kimimiz insanlara bu konularda kendimiz bir şeyler anlatıyor, nasihatler ediyoruz.
Ama kendimizde dahî bu sıkıntıları yaşıyor ve üzülerek belirtmek gerekiyor ki bu işlerin tamiri için gayret etmekten kendimizi uzak tutuyoruz.
Önceden yahudiyken müslüman olma hatta üstüne üstlük Sevgili Peygamberimize hanım olma şerefine eren Safiye Validemiz, halife Hz. Ömer’e (ra), Yahudi olmalarına rağmen akrabalarını ihmâl etmediğini ve sıla-i rahme devam ettiğini söylüyor...
Vay bee diyoruz… Yahudi akrabasını bile ihmâl etmemiş... Vay bee...
Bizse, Müslümanlığından endişe etmeyeceğimiz en yakın akrabamızla onu dedi, bunu yaptı, şunu kast etti gibi meselelerden dolayı aramızı bozmuşuz, kimisiyle aramızdaki dünyâ defterini kapatmışız.
Halanla en son ne zaman görüştün? Şu sıralarda amcanı aradın mı? Babannenin mezarının yerini biliyor musun? Dedenin kabrine en son ne zaman gittin? Yeğeninin bir çocuğu daha olmuş, hayırladın mı? Kardeşin ve âilesine bayram seyran hârici zamanlarda sırf Allah rızası için gidip misâfir oluyor musun? Enişten kaza geçirmiş, hastanede yatıyor, ziyaretine gittin mi? Dayı, teyze, amca, hala çocuklarını en son ne zaman evinde ağırladın? Gibi, daha çok fazla çoğaltılacak sorulara verilecek cevapların insanın yüzünü ekşitecek pozisyonları maalesef giderek artıyor.
Geçenlerde, babam yaşlarında, ikisini de yakından tanıdığım iki kardeşten birinin vefat ettiğini, diğerinin, aralarındaki bir meseleden dolayı cenazeye bile gitmediğini öğrendim, kahroldum. Bu kadar mı yâni? Çok çok özel durumları bilemeyiz, büyük konuşmamak lâzım ama bu kadar mı Allah aşkına?!
Yaşımız ne olursa olsun, hepimiz git gide yaşlanıyoruz. Zor zamanlarımızda, etrafımızdaki insanların dahî kifâyet etmeyeceği durumlarda, alnımızda biriken teri kim silecek?
Allah’ın bizi aynı kandan, aynı dokudan yarattıkları olarak, kan ortaklarımızdan birinin cenazesinde mi buluşacağız? Ya o cenazeye de katılamazsak? Ya o cenâze biz olursak? Bu dünyâda önce kimlerle helâlleşilecek? Sâhi… Kimlerle?