-Hızlı sürsene kardeşim!
-Gitmiyor abi ben ne yapabilirim ki?
-Bozuk madem araç neden yola çıkıyorsun? Bak kaç insan var burada. Bunca canı tehlikeye atmaya utanmıyor musunuz!
-Hasbinallah. Abicim, düz yolda sıkıntı yok ama yokuşlarda araç hızlı gitmiyor. Bana verdikleri araç bu. İstersen şikayet edebilirsin. Babamın malı değil ki. Verdiler çıktım yola.
-Bir kaza olsa, böyle mi açıklayacaksın. Araç bozukmuş. Kırk yıllık şoförüz. Bize mi yutturacaksın bu numaraları. Bas şu gaza bas!!!
Elimi cebime daldırdım. Kahrolası kulaklık hiç olmazsa şimdi düğüm olmasaydı. Boğuluyorum. Sanki kavga eden bu iki insan evladı, benim boğazıma yapışıyor. Nihayet kabloyla olan savaşımdan galip ayrıldım ve son ses bir müzik açıp başımı cama yasladım.
“Elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak!”
Elbet diye mırıldandım kimselerin duymayacağı bir tonda. Gerçi şarkı sözüne odaklanacak bir babayiğit şuan aramızda bulunmuyor, herkes pür dikkat kavgayı izliyordu. Elbet dedim. Elbet bir gün…
Daha dün, tam bu saatlerde Kubbet-üs Sahra izliyordum. Veda kelimesi hiç bu denli ağır bir yük olmamıştı ömrümde. Evladını düşmana teslim etmek zorunda olan savaş mağduru bir anne gibiydim. Evime ilk adımı atıncaya kadar acının sıcaklığından olacak kendimi pek kötü hissetmiyordum. Ne zaman ki kanepeye uzandım. Ev bana dar geldi, dahası ben bana dar geldim. Kontrol noktalarını düşündükçe kontrolü kaybettim. Özledim. Hem de çok özledim. Mescid-i Aksa da oyunlar oynadığım çocukları, çayını içtiğim insanları, evlerine gittiğimiz aileleri, sarı kubbeyi, dar sokakları, geniş gönülleri… Miracın hürmetine midir bilemem ama gökyüzü daha yakındı orada. Sanki demiyorum, inanın öyleydi. Elinizi uzatsanız bulutlara değecek gibi. Ve Kudüs’ün sakinleri. İşgal altındaki haneleri fakat özgür yürekleriyle Kudüs’ün yiğitleri. Şükrü tebessümlerine sığdıran insanlar. Evime adım atalı daha beş dakika bile olmamıştı ki daha fazla dayanamadım. Kanepeden hızlı bir hamleyle kalktım. Kapıyı çekip, doğruca evin karşısında bulunan otobüs durağına yöneldim. Kış günü, gömlek ile dışarıda olduğumu esen serin rüzgarı iliklerime kadar hissedince fark ettim. Gelen ilk otobüse bindim. Hangi istikamette olduğunu, nereye gittiğini umursamadan. Şoförün sert uyarısından sonra aklıma geldi akbil basmak. Boş koltuklar olmasına rağmen oturmadım. Oturursam işgal altındaki Kudüs’te, teslim bayrakları göklere çekilirdi. Engelli bölümünü, bir sonraki duraktan biner umuduyla Ahmet Yasin’e bırakıp zihnimdeki engellerle birlikte, otobüsün arka kısmına ilerledim. Yolculara odaklandım. Tebessümlerine biriken şükrü görmek istedim. Daha bir iki kişiyi gözden geçirmiştim ki arkamdan gelen bir ses ile irkildim.
-Hızlı sürsene kardeşim!
Zeki Müren, sevdiğine ne zaman kavuşacağını sorup şarkısını bitirince daha fazla dayanamadım. Kırmızı düğmeye bastım. Sirenler öttüğünü, işgalcilerin Kudüs sokaklarında bir çocuğu daha kollarından tutup sürüklediklerini tahayyül ediyordum ki şoförün sesi sirenleri susturdu.
-Bak burada ineceğine emin misin? Basıyorsunuz, kapıyı açıyoruz, sonra inmiyorsunuz!
-Mescid-i Aksa’ya gidiyor musunuz?
-Yok kardeşim, son durak Aksaray.
-Olsun, elbet bir gün buluşacağız, bu böyle yarım kalmayacak.
-Hasbinallah, ne diyorsun kardeşim sen!
-Kapıyı açar mısınız? İnmek istiyorum…