Suriye’den ülkemize sığınmış olan Yusuf’un tüm hikâyesini, Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin manevi huzurunda oturduğumuz o yerde dinlemiştim. Babasını gözlerinin önünde nasıl kaybettiğini; annesi, abisi ve kız kardeşi ile burada yaşama tutunmaya çalıştıklarını, okula gitmeyi çok istediğini ama imkânlarının olmadığını ve kalbime bir ok gibi saplanan, en sevdiği yemeğin tavuk olduğunu…
Bazen öyle daralıyorum ki, “Ahh şimdi İstanbul’da olsam!” diyorum kendi kendime; zira ruhumu dinlendireceğim, kendimi dinleyeceğim o kadar çok yer barındırıyor ki içinde… “Olsun!” diyorum ve nedensizce sevdiğim Ankara’nın nefes alabildiğim nadir yerlerinden birisine doğru yola çıkıyorum. Gideceğim yer, iş yerime çok yakın olmasına rağmen akşam trafiğine yakalandım, ışıklarda bekliyorum.
Bu arada Ankara benim için sınıfın, en arka sırasında tek başına oturan, pek arkadaş edinemeyen; sessiz ve gizemli ama bir o kadar da kederli öğrencisi gibidir. “Tanısanız çok seversiniz aslında!” tadında bir yerdir benim için Ankara…
Trafik ışıklarının bu kadar uzun olması ne kadar da sinir bozucu diye içimden geçiriyorum. Normalden çok daha uzun süren trafik ışıklarının neden o saatte, tam da ben oradayken takılıp kaldığını sonradan idrak edeceğim o sahne ile karşılaşıyorum. Sağ tarafımda bulunan büyük çınar ağacının altında, küçük bir çocuk arkasını dönmüş vaziyette bir şeyler yapıyor. Arada bir tedirgin bir şekilde arkasına dönüyor ve etrafına bakınıyor. Dikkatimi çekmişti bu çocuk ve ne ile meşgul olduğunu merak ettim. Daha dikkatli baktığımda gördüğüm manzara ile beynimden vurulmuşa döndüm! Çöpe atılmış tavuk kemiklerinin üzerinde kalan etleri yemeye çalışıyor ama bunun fark edilmesini istemiyordu. Kalbim ağrımaya başladı, öylece kalakaldım. Arkamda sabırsızca bekleyen taksicinin uzun kornası ile irkildim: “Yürüsene kardeşim, işimiz gücümüz var!”
Elimi camdan dışarı doğru uzatıp, kusura bakma dercesine salladım ve “İşimiz, gücümüz” diye mırıldandım. Işığı geçer geçmez biraz ilerledikten sonra durdum. Biraz nefes aldıktan sonra arabadan inip çocuğa doğru yürümeye başladım. Benim yaklaştığımı görünce tedirgin oldu ve geri geri yürümeye başladı. “Dur bekle, aç mısın?” diye sordum. Cevap veremedi, yüzünü yere doğru eğdi; gözleri doldu. “Adın ne senin? Buralarda mı oturuyorsun?” gibi arka arkaya sorduğum sorular karşısında şaşkın şaşkın bakıyor, bir eliyle de elindeki kemik parçalarının olduğu plastik tabağı arkasına saklıyordu. Bir süre olduğumuz yerde soru cevapla geçen zaman, sonunda buzlarımızı eritmişti.
Suriye’den ülkemize sığınmış olan Yusuf’un tüm hikâyesini, Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinin manevi huzurunda oturduğumuz o yerde dinlemiştim. Babasını gözlerinin önünde nasıl kaybettiğini; annesi, abisi ve kız kardeşi ile burada yaşama tutunmaya çalıştıklarını, okula gitmeyi çok istediğini ama imkânlarının olmadığını ve kalbime bir ok gibi saplanan, en sevdiği yemeğin tavuk olduğunu…
Bulunduğumuz muhit öyle bereketli bir yer ki; hangi kapıyı çalsanız, birisi muhakkak Yusuf’un ve ailesinin tüm ihtiyaçları için seferber olur ve nitekim öyle de oldu hamdolsun… Milyonlarca muhtaç için seferber olan bu milletin evlatlarına bir Yusuf mu fazla gelecekti? Hele bir de “Yusuf bize emanet inşallah!” demezler mi? İçim çok rahatlamıştı, zira her ihtiyacını en az kendi evlatları gibi karşılayacak ve bu şekilde hayatının anlam kazanacağını düşünen, insanlar, gerçek adamlar vardı artık, elleri Yusuf’un sırtında… Ama ayrılmadan Yusuf’a bir güzellik yapmak istedim. “Hadi en çok istediğin şeyi söyle, o da benden hediye olsun sana!” diye soruverdim. Rahatlamıştı biraz ve birkaç saniye düşünüp, “Boya kalemi” deyiverdi utanarak…
Boya kalemi mi?
Sustum…
Yıllar önce ortaokulda resim dersinde öğretmenimiz istemişti de götürememiştim boya kalemi. Daha doğrusu… Çok masraf olmuştu o yıl; okul döneminde olan dört kardeşin kitapları, kıyafet ve defterleri… İşler de iyi gitmiyordu pek, o sebeple diyememiştim… Çocuk aklı işte, o kadar şey alınmış, bir boya kalemi mi kalmıştı alınmayacak? Kendimce aileme yardımcı oluyordum işte…
O gün bir bahane bulmak için, okulun panosunda gördüğüm “Çanakkale” temalı kara kalem yarışmasına katılmak istediğimi ve bu sebeple yanımda boya kalemlerimi getirmediğimi söylemiştim utanarak öğretmenime… Belki anlamıştı ama sert görüntüsüne zıt bir ses tonu ile “Hadi sen geç yap o zaman resmini” demişti bana şefkatle… Ben de bir şeyler çizmiş ve günü kurtarmıştım.
Aradan bir süre geçmiş, soğuk bir pazartesi günü okulun bahçesinde sıra olmuş beklerken, resim öğretmenimiz aldı eline mikrofonu ve “Çocuklar biliyor musunuz, bir arkadaşınız çok önemli bir resim yarışmasına katıldı ve okulumuz adına bir mansiyon ödülü aldı. Tebrik ediyorum arkadaşınızı!” diyerek beni merdivenlere çağırmış ve sarılıp öptükten sonra bir paket vermişti. Belki de hep asabi olarak gönlümde yer etmiş olan ve haftada sadece bir defa gördüğüm o öğretmenim çok hassas bir kalbe sahipti ya da gerçekten ödül almaya değer görülmüştü yaptığım resim; inanın hâlâ emin değilim. Ancak büyük bir mutlulukla ve şaşkınlıkla aldığımı hatırlıyorum hediyeyi. Sınıfa girer girmez heyecanla açmıştım özenle sarılmış paketi… Ne vardı içinde dersiniz?
Boya kalemleri…
İşte Yusuf’un boya kalemleri bu sebeple çok önemliydi benim için. Belki hayatını renklendirecek, hayallerini boyayacaktı… Beraberce gidip aldık en güzellerinden; kucağına alıp sarıldı kalemlere, ben de kalemler kucağında Yusuf’a…
Sonra dedim ki kendi kendime, “Rabbimiz ne büyük!”
Hem Yusufları kuyuda bırakmıyor, hem de bu yetime farklı kullarını hizmetkâr eyleyip, ikramlarda bulunuyor. Olaya müdahil ettiklerini de sınava tabi tutuyor.
Kim bilir belki Yusuf sayesinde; Yusuflar, Ayşeler sayesinde daha nice kişi sınav verecek!
Rabbimiz merhametini eksik etmesin üzerimizden, kalplerimizi yumuşatsın…