Boztepe’de çay içip şehri seyrederken yaşlı bir adam aynı melodiyi ıslıkla çaldı. Sırtındaki kambur bir nebze düzelmiş, gözleri yirmilik delikanlı gibi parlamıştı. Hayalinde bir zamanlar aynı türküyü birlikte söylediği kadınla kol kola dolaştı. Türküler beni alıp yok olan kavimlere, gerçek aşklara götürdü. Bir an şehrin acılarına, sevinçlerine, kaderine dokundum.
Nerden geldiği belli olmayan bir Karadeniz türküsü duyuldu yamaçlarda, çay toplayan kadınlardan biri mi yoksa onlara yemek hazırlayan genç kız mı söylüyordu bilmiyorum; sadece gözümü kapatıp dinledim. Ara ara değişti sesler. Birinin bıraktığı yerden diğeri devam etti. Sözlerin Lazca’ya döndüğünü bile fark etmedim. Karadeniz’in sarp kayalıkları, toprak kokusu, keskin rüzgârı vardı melodisinde. Ritim tuttu ayaklarım. Türküsüyle, fıkrasıyla tanıdım Karadeniz’i.
Boztepe’de çay içip şehri seyrederken yaşlı bir adam aynı melodiyi ıslıkla çaldı. Sırtındaki kambur bir nebze düzelmiş, gözleri yirmilik delikanlı gibi parlamıştı. Hayalinde bir zamanlar aynı türküyü birlikte söylediği kadınla kol kola dolaştı. Türküler beni alıp yok olan kavimlere, gerçek aşklara götürdü. Bir an şehrin acılarına, sevinçlerine, kaderine dokundum.
OSMANLI PADİŞAHLARININ GÖLGESİ DOLAŞIR TRABZON’DA
Dağlara yaslanan Trabzon teraslarda yükselirken dereler boğazlara döküldü. Atların sırtında atlas kumaş ve baharat dolu sepetler, kervanlar İpekyolu’nda geçit aradı. Sadece bir devre ait olmadı bu şehir, Kafkaslar, Persler, Romalılar gelip geçti. Fatih’in fethine uzanan tarih Sümela gibi anıtsal bir miras bıraktı ve Ayasofya devşirildi. Denizden başlayan kalenin surları tepelere uzanırken Yavuz Sultan Selim valilik yaptığı Trabzon’a annesi adına Hatuniye Külliyesi’ni yaptırdı. Kanuni ilk defa bu sokaklarda yürüdü, at bindi ve ağladı.
Ayasofya’nın kalbinde bir mihrap, perdeler örtülmüş renkli fresklerin üstüne. Dünyanın yaradılışını, son akşam yemeğini anlatıyor duvarlar. Çan kulesi kâh fener kâh minare olarak kullanılmış. Sütunlar arasında bir gelin fotoğraf çektiriyor, bir yanında lahit diğer yanında bahçeye taşınmış Osmanlı mezar taşları. Bir Fatiha bekliyor kaybolan kabirlerin sahipleri. Hu diyor taşlar.
YUVALARINI TERK EDEN KUŞLAR BİR DAHA DÖNEMEDİ SIRMA KÖŞKLERİNE
Kanuni’nin -bir eşi Zigetvar’a gönderilen- heykelini geçip beş devrin izlerini taşıyan Zanos Köprüsü’ne oradan da Soğuk su sırtlarına, bugün Atatürk Köşkü olarak anılan Konstantin Kabayanidis’in yazlık evine doğru tırmandım. Mübadeleyle özene bezene yaptığı evini terk edip sürülen bir ailenin ve iki gece bu köşkte kalan Atatürk’ün hatıraları vardı odalarda. Müzeye dönüştürüldüğü gün açıldı kapılar ve beyaz sümbüllerin kokusu tekrar doldu pencerelerden içeri. Gelinler çıktı basamaklarından, yorgun öğrenciler banklarında oturdu. Üç arkadaş horon vurdular gül bahçesinde.
ŞİFACI KADININ TILSIMI
Yunanistan’dan yola çıkan iki keşişin attığı temeller üstüne kurulmuş Sümela Manastırı. Rüyada gelen emir Karadağ’ın yamacında bir kiliseye dönüştüğünde Lukas’ın yaptığı kararmış ikona büyülemiş Komneos halkını. Yüzyıllar içinde büyüyüp bir şehre dönüşen manastırı Fatih korumuş. Yavuz bir av esnasında düşüp yaralandığında rahipler tarafından tedavi edilmiş. Osmanlı el sürmemiş bu kutsal mekâna ama mübadeleden sonra ağaçlar sarmış etrafını, çobanlar ateş yaktığında fresklerin anlattığı hikâyeleri seyretmiş kuzular. Şifa bulmak için ikonaların gözünü söküp suya karıştırdıktan sonra hastalara içirmiş bir kocakarı.
Bugün karşı tepeden seyrettim manastırı. Dağcılar tırmanmıştı kayalara, tadilat bitene kadar ziyarete kapatılmıştı Sümela. Yıllar önce yürüdüğüm yol ağaç köklerinden temizlenip genişletilmiş, dükkânlar açılmıştı. Bomboş halini özledim yamaçların; Anakaya Kilisesi’nin duvarlarını kaplayan isleri, rahip odalarının yıkık duvarlarını... Her yıl 15 Ağustos’ta Meryem’in ölüm yıldönümü ayini için açıldı kapılar. Ve o gün geçmişe döndü Karadağ’ın Bakiresi.* İlahiler alçalan bulutlara değdi, tütsü taşıdı delikanlılar. Kocakarı bir göz daha oydu duvardan.
TÜNELİN BİR KAPISINDA GÜNEŞ DİĞERİNDE YAĞMUR
Maçka, eski adıyla Maçuka’dan geçiyorum. Zigana’nın iki yanında farklı iki iklim, bir taraf kavrulurken diğeri bulutlu. Arapların dünya cenneti dediği Uzun Göl’e uğramıyorum bu sefer. Zigana Tünel’i açılana kadar İpekyolu’nun durak yeri olan Hamsi Köy’de üstü bol kavrulmuş fındıklı sütlaçtan yiyorum. Pastörize sütle yapılan tatlılarda bu lezzeti bulmak imkansız. Ağustos’un ortasında lokantanın terası püfür püfür esiyor. Necip Fazıl’a şiir yazdıran Trabzon yağmurları düşmüyor yere. Bir kocakarı evinin eşiğinde oturmuş gümüş tellerden bilezik örüyor. Eğilip desenlere bakıyorum. Kalın tokanın üstünde kapkara bir göz motifi.
*Sümela