Yokuşun altında iki dev çınar. Bugüne kadar bağrında şiir taşıyan bir ağaç hiç görmemiştim. Pirinç levhaya kazınmış Reşit Kara’nın mısraları. Köpekler sere serpe yatmış yola. Bu mevsimde Kınalı Ada ağaçların, kuşların ve çocukların. Motosikletler dolanıyor, faytonlar yok. Dükkanlar yalnız, tezgâhlar boş, sadece kıraathaneden izmarit kokusu yükseliyor, yarısı içilmiş birkaç kahve fincanı.
Yazın çoluk çocuk, genç ihtiyar yayından fırlamış ok gibi adalara yöneldiğinde değil, evler boşalıp atlar tek başına ormanda gezerken soğuk rüzgârlarla gezdim Burgaz Ada’yı. Mimozalar cemrenin düştüğü ilk gün adayı sarıya boyamıştı. Panjurlar kapalı, bisikletler paslanmış, lokantalar boş.
Kış aylarında serin dağlardan korunaklı düzlüklere inen Araplar büyük bir çadır kurar, hemen dışına küçükbaş hayvanları daire şeklinde yerleştirip en son halkaya da güçlü develeri koyarlarmış. Üç ateş yakılırmış o gün. Bütün kış ısıtan kızıl alevler, bahar yaklaştığında birer hafta arayla sönermiş.
Cemre önce havaya, sonra suya, en sonunda toprağa düşüp ısıtır dünyayı. Baharın büyüsüne kapılan anneler bebeklerine ateşin adını verir. Bilmezler ki ismin kul üstündeki etkisini. Isıttığı kadar yakar kavurur cemre.
Bayat ekmek, ısırılıp bırakılmış poğaça ve simitleri doldurduğu torbalarla bir adam bindi vapura. Her cumartesi saat 10.00’da adaya geçip evine varmadan yüzlerce hayvanı doyuruyormuş. Çuvallardan birini aralayıp yavaş yavaş parçaladı sertleşmiş ekmekleri, bir avuç dolusu fırlattı gökyüzüne ve martılar ekmek parçalarını denize düşmeden yakaladılar. Beş, on değil; yüzlercesi peşimizde. Ben de bir avuç attım. Kavga eden koca karılar gibi çığlık atarak birbirlerine değmeden uçuştular. Bir tanesi kanat çırpmadan gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Elimi uzatsam bembeyaz karnına değeceğim. Yarısı yenmiş simidimden bir parça uzattığımda gagası parmaklarıma dokundu, küçük bir yara, kızıl bir iz.
Divan şairi değilim ki Prens Adaları’na cemreviye* yazayım. Ben de üç ada seçtim, havaya, suya ve toprağa. Her cemrede farklı bir adaya çıktım. Yazarların peşinden koşmadım ama hatıraları çıktı önüme. Adayı baştan aşağı yürürken hasır şapkalı zayıf bir adam bana gülümseyip eski bir köşke girdi. Sait Faik’in evi yazıyordu kapıda. Belki de evin sahibiydi beni buralara kadar getirip kaybolan. Kalpazankaya’dan seyrettim Marmara’yı ve sahilde mavi tahta sandalyelere oturup lüfer balığı yedim. Havayı kokladım, suyu tattım, yalın ayak yürüdüm nemli toprakta. Acelesi yoktu kimsenin, Ermeni bir kadın ince ince süzdükten sonra hatırımı, nereden gelip nereye gittiğimi sordu. Birkaç fayton bekliyordu köşede, arabacının ağzında dumanı tütmeyen bir sigara. Köpeğin başını okşadı taburesinde oturan ressam, fırça sakin sakin kıvrıldı ağacın yapraklarında, dalgalı denizde... Ne yazık ki şehir vahşi olmayı öğretti bana. Yetişmek için koşmayı, sonuna kadar kornaya basıp sıramı kaptırmamayı, şahin gibi trafik ışıklarını gözetleyip gerekirse sarının anlamını değiştirmeyi. Hızlı hızlı tırmandım tepeye, o kadar belli ki adanın yabancısı olduğum.
Kucak dolusu mimoza alıyorum satıcı çocuktan ve kediler lokantadan beri takip ediyorlar beni. Kulağımda Rumca müzik, dilimde balığın denizi hatırlatan tılsımlı tadı. Motoru peşinden uçmuyor martılar, onlarla paylaşacak ısırılmış bir simidim yok. Bir dal mimoza atıyorum denize. Veda değil benimki, bahara merhaba .
Ve kor suya düştü.
İkinci ateşi söndürdü bedevi.
Yokuşun altında iki dev çınar. Bugüne kadar bağrında şiir taşıyan bir ağaç hiç görmemiştim. Pirinç levhaya kazınmış Reşit Kara’nın mısraları. Köpekler sere serpe yatmış yola. Bu mevsimde Kınalı Ada ağaçların, kuşların ve çocukların. Motosikletler dolanıyor, faytonlar yok. Dükkanlar yalnız, tezgâhlar boş, sadece kıraathaneden izmarit kokusu yükseliyor, yarısı içilmiş birkaç kahve fincanı.
Sahilde titriyor çakıllar, cemre düştü deseler de yalan. Canlı balıkları leğende yakalayıp temizleyen oğlanın elleri kıpkırmızı, kumsallar boş, şezlonglar üst üste zincirlenmiş. Gözüne mil çekilerek esir edilen Romen Diyojen’in son nefesi asılı kalmış manastırda belki de o yüzden bu kadar sessiz, bu kadar hüzünlü Kınalı Ada.
Karşımda betondan bir şehir, banka oturmuş kuş cıvıltılarını dinliyorum. Köşklerin yeşil panjurları kapalı. Ölü diyemem bu adaya sanki kozasından çıkmayı bekleyen bir kelebek. Pembe bahar dallarında tomurcuklanmış badem ve erik. Hiç yağmurun ıslattığı bahar dalının altında bekledin mi? Uzaklardan gelen buğulu bir koku sarar, gerçekle hayal arası, varla yok. Emin olamaz bir çiçek koparırsın. Suçluluk daraltır göğsünü de bir daha bakamazsın ağaca. Denizin tuzlu tadı, motorların kıyıya vuran dalgası, bisiklet süren birkaç çocuk dikkatini dağıtır. Unutursun ağaca olan borcunu ve kokladığın çiçek kayıp düşer toprağa.
Cami, kıyıya vurmuş bir yelkenli, beyaz minare. Akmayan bir hayrat var kapısının önünde. Cemaati ben ve üşüyen iki kedi. Kışın unutulmuş bu ada, aldığım çikletin bile tarihi geçmiş. İskelede birkaç kişi, motor bomboş. Güneşi, tatili, curcunayı bekliyor ada ama ben onun sesini duyabildiğim, yalnızlığını seviyorum...
Son cemre düştü toprağa
Kıvrılarak uyandı yılanlar.
Bedevilerin son ateşi söndürdüğü gün İstanbul’da erguvanlar açtı. Yolumu uzatıp Beykoz’dan bindim vapura. Köprülerin altından geçip balıkçılara seslendim “Rastgele.” Çayın kokusu burnumda Topkapı Sarayı’nı seyrederek üç çeyreklik kahvaltı ettim. En sonunda Büyük Ada’ya indiğimde rüzgârdan donmuş, cemrelerin yalan olduğuna inanmaya başlamıştım. Fakat ben çocukluğumdan beri hayrandım efsanelere. Bütün gece yüzü peçeli Tuaregler’in dans ederek baharı kutlamalarını ve kış başlarken yaktıkları ateşin sonuncusunu sevinç çığlıklarıyla söndürmelerini, mavi entarili genç kadınların gölgeler arasından onları seyretmelerini hayal etmiştim. Delikanlılar baharatlı yasemin kokusunu duyar da kimseyi görmezlerdi. Bir gülüş, bir gölge, bir buse için bütün gece dans ettiler ateşin etrafında, ben de istemedim son cemrenin düşmesini...
Anamı elinden çekiştirip faytona sürükleyen ben ne zaman büyüdüm, bu kaçıncı cemre düşüşü? Daha dün burnuma konan kar erimeden ısındı hava. Baharın gelişini adım adım izlemeye karar verip çıktığım Büyük Ada’da bisikletten düşüp kanayan dizini annesinden saklayan çocuğu, kubbeli otelin balkonunda gülümseyerek oturan yeni evli genç kadını, yazdıklarını beğenmeyip fırlatan sonra da sahilde sayfaların peşinden koşarken ıslanan kendimi buldum.
Adaya gelenlerin müdavimi olacağı bir tat kalır hatıralarında, pastanede yediği portakallı kurabiye, fıstıklı külahta hızla eriyen karadut ve kaymak, kızarmış kalamarlar. Ben üçünü de unutmadım.
Büyük Ada’nın eski ihtişamını kaybettiğini söyleyenlere inanma. Hâla yankılanıyor onun için yapılan besteler. Ahşap binaların görkemi, çam kokusu, şımarık erguvan ağaçları, nilüferler arasında gezinen birkaç kırmızı balık. Splendid Oteli’nin panjurları açık. İki heykelin arasından geçip çıkıyorum basamakları. Yüksek tavanlı lobide ne otelin ilk sahibi Sakızlı Kasım Paşa’dan ne de Yahya Kemal’den bir iz var. Fransız apartmanlarını andıran geniş avluda mermer havuzdan fışkıran su sesi yankılanıyor. Resepsiyonda tahta kutulardan sarkan oda anahtarlarının numaraları uzaktan seçilecek kadar iri. Uzun zamandır dokunulmayan piyanonun üstü kapalı.
II. Abdülhamit Han Camii’nde mola veriyorum. Bana eşlik eden kedi yok bugün, son cemre de düştü. Böcekler doğdu yumurtalarından.
Bizans’ın sürgün yeri, cumhuriyet döneminin sayfiyesi, Türk filmlerinin sahne fonu, Reşat Nuri Gültekin’in, Ahmet Refik’in kalemine düşen bir gölge bu ada. İstanbul’dayım ama bir o kadar da uzak. Yüce tepeye tırmanıyorum nefes nefese. Faytonlar çıkmıyor bu yokuşu. Elimde ne aşağıdan açmaya başladığım bir makara ne de dilek tutup kilitleyeceğim bir kilit var. Aya Yorgi’den seyrediyorum kuzeyi, güneyi ve doğuyu. Bahçıvan tutuşturduğu kuru dallar sönmeyince toprak atıyor üstüne “ Dur, dur!” diyorum. “Bedeviler bu akşam söndürecek ateşi.”
*Osmanlı zamanında Divan şairlerinin cemre zamanlarında önemli kişilere yazdığı övgü şiirleri.