İslâm’ı derinlemesine bilmenin, anlamanın ve yaşamanın “bir branşlaşma ve meslek meselesi” olmadığını, aksine bunun hepimizin boynunda bir borç olarak durduğunu anladığımız gün, felâha ve ıslaha bir adım daha yaklaşmış olacağız. Fertçe ve ümmetçe.
Geçtiğimiz kurban bayramında, telefonla konuştuğumuz bir kardeşim, tanıdık bir ağabeyinin siteminden söz etti. “Siz de tam kurabiye çocuğu oldunuz!” demiş ona, “Elinizden hiçbir şey gelmiyor. Kurban kesemezsiniz, kendi başınıza bir iş göremezsiniz... Neden böylesiniz?” Arkadaş bana bu cümleleri aktarırken, iki küçükbaş hayvanı henüz boğazlayıp derilerini yüzmüş, etleri de parçaladıktan sonra ellerimdeki kanı yeni yıkamıştım. İşittiklerimle o anki halimi kıyaslayınca, güldüm ister istemez. Kullanılan terim, uzun süredir zihnimde dönüp duran bir tespiti ve çerçeveyi net biçimde tanımlama noktasında ilaç gibi geldi. “Kurabiye çocukları olmamalıyız!” Evet, tam da bu. Ama neyi kastettiğimi biraz genişçe açıklamam lazım:
İstanbul içinde ve dışında, her vesileyle, genç arkadaşlarla bir araya geliyorum. Bazı haftalar, günde 3-4 ayrı toplantı ve hasbihal şeklinde de gerçekleştirdiğimiz bu yoğun buluşmalarda bizi, ahvâlimizi, Müslümanları ve İslâm dünyasının genel gidişatını müzakere ediyoruz. Sorular, sorgulamalar, yorumlar arasında bazen öylesine cevvâl, öylesine dertli ve derin simalarla karşılaşıyorum ki, “Bütün bu yorgunluğa kesinlikle değer!” diye düşünüyorum.
Genç arkadaşlar, hasbelkader, bana “Neyi, nasıl yapalım? Nerden başlayalım?” diye sorduklarında, onlara adım adım ilerleyebilecekleri, somut ve yakın hedefler içeren, kolaydan zora doğru açılan bir izlek sunmaya çalışıyorum. Artık uzaklarda kalmış, erişilmez ve ulaşılmaz misaller yerine, günümüzden ve çevremizden örneklerin, gençlerin daha çok dikkatini çektiğini gözlemliyorum çünkü.
“Tarih okumalıyız” diyorum mesela, “Geçmişimizi bilmezsek bugünü anlayamayız. Bugünü anlamazsak da geleceğimizi kestirip istikbalimize hazırlanamayız. Rasulullah Efendimiz’in hayatından başlayarak, İslâm tarihini avucumuzun içi gibi bilecek noktaya gelmeliyiz. Nasıl ki en yakınlarımızın ve sevdiklerimizin hayat hikâyelerine dair zihnimizde boşluk ve kopukluk yoksa, Efendimiz’den itibaren tarih boyunca önümüzde yürüyen bütün güzel insanların hayatlarına dair de boşlukları kaldırmalı, onlara çok daha yakından bakmalıyız.” Sonra devam ediyorum: “Tarih okumaları, ömür boyu sürecek bir eylem. Okunup bitmekle, tarih anlaşılmaz. Her gün birbirinden kaliteli ve derinlikli kaynaklar yayımlanıyor. Hepsini zaten ömrümüz boyunca okumamız mümkün olmayacak. O zaman, ihtiyacımıza göre bir plan çıkarıp, ona titizlikle uymak en doğrusu. Zihnimizde, İslâmî kronolojiyle ilgili ana boşluklar doluncaya kadar.”
Tarih okumalarıyla atbaşı gidecek ve hep sürecek bir eylem olarak, “İslâm’da derinleşme” başlığını da şöyle izaha gayret ediyorum:
“Hamd olsun, Rabbimizin bize verdiği ibadetle ilgili vazifeleri yerine getirmeye çalışıyoruz. Tesettürümüz (kadın-erkek, her iki cins için de), namazlarımız, infaklarımız, farzlarımız, nafilelerimiz… Hepimizin kendine göre bir temposu ve çabası var. Elhamdulillah. “İslâm’da derinleşme” derken kastettiğim, bundan biraz daha farklı bir boyut. Örneğin, çocuklarımıza Kur’ân öğretecek yetkinlikte bir Kur’ân bilgimiz ve eğitimimiz var mı? Namazlarımızı kılarken, “namaz sureleri”yle mi yetiniyoruz, yoksa ezberlerimizi çoğaltmaya bakıyor muyuz? Erkeklerimizden kaçı kurban kesebilir, cuma namazı kıldırabilir? Erkeklerimiz, evlerinde eşlerine, çocuklarına, ailelerine namaz kıldırabilecek yetkinlikte mi? Kadın-erkek fark etmez, mecbur kalsak, bir cenazeyi yıkayıp kefenleyebilir miyiz?”
Meselenin önemine binaen, konuyu biraz daha açıyorum sonra:
“Rasulullah Efendimiz, sahabeyi yetiştirirken, onları bütün boyutlarıyla eğitti. Hepsi birer muallim ve muallime, hepsi hîn-i hâcette kritik birçok vazifeyi yerine getirebilecek şekilde donanımlı, hepsi “dört başı mamur” insanlar idi. O yüzden, gittikleri her yere kendi içlerindeki dünyayı götürüp, oraları mayaladılar ve yeşerttiler. Biz bugün “Müslüman olmak” deyince, hem İslâm’ın muamelata dair birçok hususunu uygulamaktan aciziz, hem de adeta “steril” hale getirilmiş bir din yaşıyoruz. Kurban bayramlarında etle ve kanla “uğraşmıyoruz”. Vefat durumlarında “ölümün soğuk yüzü”nden mümkün olduğunca kaçıyoruz. Çocuklarımızın eğitimini “profesyonel hocalar”a terk etmiş durumdayız. Müstahkem kaleleri andıran korunaklı evlerimizin içine kapanmış, adeta fanusların içinde yaşıyoruz. Dışarı çıkalım. Sahaya inelim. Uygulamaya girişelim. Kurban keselim. Yakınlarımızın ve sevdiklerimizin cenazelerinde, işi ele alalım. Kadın-erkek hepimiz, asgarî ilmihal bilgilerini edinelim. Cep telefonlarımızın bizim yerimize “Müslüman” olduğu şu garip çağda, İslâm’ımızı yeniden keşfedelim.
İslâm’ımızı bu yönüyle yeniden keşfetmek zarureti, hayata daha güçlü hazırlanmak için de gerekli. Gelecekte ne olacağını bilemeyiz. Bakın mesela Suriyeli kardeşlerimize. Hiç ummadıkları bir savaş imtihanıyla karşı karşıya kaldılar. En yakınlarını ve en sevdiklerini elleriyle toprağa gömdüler. Her şeyi yaşayarak gördüler ve öğrendiler. Herhalde hiçbiri, birkaç sene öncesine kadar böyle bir akıbet öngörmezdi. Bizim de, hayatın türlü imtihanlarına ve fırtınalarına çok yönlü olarak hazırlanmak mecburiyetimiz bulunuyor.”
Ardından, kardeş nasihatlerine sıra geliyor:
“Kur’ân’ı düzgünce yüzüne okuma konusunda eksiğimiz varsa, bugünden tezi yok o eksikleri tamamlayalım. İlmihal bilgilerimizi gözden geçirelim. Çocuklarımızın muallimi / muallimesi olmaya kendimizi alıştıralım. Camilerde iştirak ettiğimiz vakit namazlarının yanında, mümkün mertebe evlerimizde ehlimize de cemaatle namaz kıldıralım, ki çocuklarımız bizi “imam” bellesin. Kurban kesme ve diğer maharet isteyen pratik konularda, cesaretimizi artıralım; bilen birilerinden bu işlerin inceliklerini öğrenelim. ”
Artık bu kabil konuşmaları yaparken, girişte sözünü ettiğim kavramı da kullanacağım rahatlıkla:
“Kurabiye çocukları olmayalım. İslâm’ın emirlerini bizzat, içtenlikle ve yorularak yapmak da Rasulullah Efendimiz’in sünnetine dâhil. Kendi kurbanını kendi kesen, yakınlarının tekfin ve defin işleriyle ilgilenen, ailesine muallimlik yapan, birçok vesileyle minbere çıkıp Müslümanlara seslenen, hayatın tam ortasında ve içinde bir Peygamber’in ümmetiyiz. Bu konformizm, hayata karşı bu mesafe, doğallıktan bu uzaklaşış, bu “hijyenik ve histerik Müslümanlık”, İslâm’ın bazı alanlarını “din adamları”na bırakıp köşeye çekiliş, çocuklarımızın eğitiminde gösterdiğimiz bu çekingenlik ve ürkeklik bize yakışmaz.”
İslâm’ı derinlemesine bilmenin, anlamanın ve yaşamanın “bir branşlaşma ve meslek meselesi” olmadığını, aksine bunun hepimizin boynunda bir borç olarak durduğunu anladığımız gün, felâha ve ıslaha bir adım daha yaklaşmış olacağız. Fertçe ve ümmetçe.