Ortadaki oyun dünya üzerindeki insan sayısı kadar başrol oyuncusu olan, dahası bu oyuncuların soyları, sopları ve nesilleri ile de irtibatlı muhteşem ötesi bir algoritmadır. Bu kadar farklı oyunun, aktörün ve iradenin birbiri ile kesişmesi, buluşması ve ayrışması ile ortaya çıkan manzara karşısında bize düşen sadece hayrettir.
Mekke dönemiydi. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Hz. Abbas’ın hanımına “Yakında bir oğlun olacak, doğduğunda onu bana getir” dediler. Çocuk getirildiğinde kulağına ezan okudular, ismini Abdullah koydular ve şöyle dua ettiler: “Allahım! Onu dinde fakîh kıl ve kitabını ona öğret.” Böyle güzel bir dua ile hayata başlayan Abdullah sonraki zamanlarda Rasulullah Efendimiz ile hep birlikte oldu, hizmetinde bulundu. Abdest almayı, namaz kılmayı O’ndan öğrendi. Bir defasında Peygamberimiz elini başına koyarak ona yine şöyle dua ettiler: “Ya Rabbi! Bütün ilim ve hikmeti bu başa ver ki onu yorumlayabilsin ve izah edebilsin.” Bir başka seferinde de elini göğsünün üzerine koyup: “Allahım, insanoğluna ihsan ettiğin her ilim ve hikmet, bu güzel göğüste toplansın” buyurdular. Übey bin Ka’b’ın hakkında “O, bu ümmetin âlimidir. Ona akıl ve anlayış verilmiştir. Rasûlullah Efendimiz, onun dinde fakîh olması için duâ etmiştir” dediği Abdullah gıpta edilecek bu özelliğini tevazu ile geçiştirir ve insanlar tarafından methedildiği zaman “Bana bu nimeti ihsan eden Allah Teâla’dır, çünkü Rasulullah Efendimiz benim için dua etti” derdi.
Peygamberimiz vefat ettiğinde takriben 13-14 yaşlarında olan Abdullah bir gün Hz. Peygamber’in terkisinde iken kendisine şunları söylediğini anlatmaktadır: “Yavrucuğum, sana bazı sözler öğreteyim. Allah’ın buyruklarını gözet ki, Allah da seni gözetip korusun. Allah’ı her işte önde tut, Allah’ı önünde bulursun. Bir şey isteyeceksen Allah’tan iste. Yardım dileyeceksen, Allah’tan dile! Bil ki, bütün insanlar toplanıp sana fayda temin etmeye çalışsalar, ancak Allah’ın senin için takdir ettiği faydayı temin edebilirler. Yine bütün insanlar, sana zarar vermeye kalksalar, ancak Allah’ın senin hakkında takdir ettiği zararı verebilirler. Artık kaderi yazan kalem yazmaz olmuş, yazıları değişmeyecek şekilde kesinleşmiştir.”
Her söz herkese söylenmez, çünkü söz de insan gibi derece derecedir. Sözün derecesi manasında saklıdır ama sarf edenin sözü niye söylediği (niyet) ve nasıl söylediği (üslup) de sözün derecesini etkiler. Dahası dinleyenin dikkati ve söz sahibi ile buluşma vasatı da önemlidir. Bu kadar çok değişkenin içerisinden sözün maksadına erişmesi kolay değildir. O yüzden “sözün kaderi vardır” denmiştir.
Hangi insana neyi söyleyeceğini bilmek aklın seviyesini gösterir. İnsanlara akılları kadar konuşmayı başarırsınız ama sözün yerine ulaşması yine nasip işidir. Kimisi vardır yalçın kaya gibi rahmet misali sözü üzerinden aşırır, kimisi vardır mümbit toprak gibi her damlasını kendisine hayat kılar. Diğer taraftan muhatabın neyi ne zaman duyması gerektiğini tayin eğitim ve terbiyenin bir numaralı şartıdır. Her söz her zaman söylenmez. Muhatabın hazır olup olmadığını bilmek ve sözü gereken kıvamda ve üslupta söylemek bu açıdan sanattır. Maksat sözün hakikatini ortaya çıkartmaktır, çünkü sözden murat hakikatin gölgesi olmaktır.
Hakiki söz muhatabını değiştiren sözdür. Değiştiren söz muhatabına emanet edilmiş bir hayat kaynağıdır. Vardığı yerde durmaz, yeşerir; göğü dallara uzanan bir ağaç gibi boy atar, meyve verir, işiten herkese fayda sağlar. Peygamber sözü hayat kaynağı bir sözdür. Böyle bir sözün ilk muhatabının kabiliyeti o sözü sindirebilecek bir kıvamda olması kadar ta kıyamete dek eriştiği her sadrı tıpkı kendi istifadesine benzer bir istifade ile bereketlendirmesine vesiledir. Muhatap, söz kadar sözün sahibinin muradı ile de buluşmuşsa ve bu muradı yaşatacak bir sadra sahipse o sözün tesirinin hiç bitmeyeceği umulabilir. Abdullah böyle bir kabiliyetin ve sadrın sahibiydi. Ona emanet edilen söz hayat kaynağı bir sözdü. O, hayat kaynağı bu sözü aldı, onunla buluştu ve istidatlı zemininde fide verecek bir hayata yol kıldı. O söz tefekkür membaı ile boy verdi, bugün bizlere kadar uzandı, işitene dirilik bahşedecek bir fırsat oldu. Bugün de hâlâ öyledir. Yukarıdaki söz taliplisini bekleyen bir hayat kaynağı gibi çağlamaktadır. Elverir ki Abdullah gibi işitilsin, alınsın hayatın merkezine konsun, yolculuğun azığı yapılsın.
Abdullah’ın Rasulullah terkisinde işittiği sözler dünyadan ahirete uzanan yolculuk için gereken en önemli prensipleri muhtevidir. Nedir o muhteva? İlk ve esas iş Allah’ı gözetmektir. Allah’ı gözetmek her işte O’nun rızasını aramaktır. Bir bardağı bile alıp koyarken Allah’ın hoşnutluğunu aramak hayatın asli gayesi olmalıdır. Böyle her işinde Allah’ı gözeteni Allah da her işinde gözetir. Allah’ın gözetmesi O’nu önümüzde bulmaktır. Allah’ın önümüzde olması halifemiz olmasıdır. Sefer duasında geçen ve yola çıkanın geride bıraktığını Allah’a emanet ederken dediği gibi “halifemizin O olması”; Rabbimizin her işimizde bizi koruyup, kollaması, böylelikle hep O’nun rahmet ve rıza dairesi içinde kalmamız neticesini doğurur ki bu kulun Rabbi ile ahdinin diriliğine vesiledir.
Ne istenirse Allah’tan istenmelidir. Allah’tan ne istenir? Allah’tan sadece afiyet, iyilik ve güzellik istenir. Bu hem dünya için hem de ahiret için böyledir. Zorluğa düşülür, sıkıntıya girilir ve yol çıkmaza saparsa yardım da yine sadece Allah’tan istenir. Yardımı Allah’tan istemek, kulların yardımlarına kendimizi kapatmak demek değildir. Allah bazen sebeplerle çok zaman da kulu ile yardım eder zaten. Önemli olan kim ya da ne olursa olsun, neticeyi Allah’a bağlamak, hiç kimseyi esas yol açıcı ve yardım edicinin önüne geçirmemektir.
Abdullah’a söylenen Peygamber sözünün en dikkat çekici kısmı insanların hepsinin bir araya gelse de ne menfaat ne de zarar hususunda Allah’ın takdirinin ötesinde bir şeye muvaffak olamayacaklarına dairdir. Bunun niye böyle olduğunun cevabı da verilmiştir: kader artık yazılıp bağlanmış, kesinleşmiştir. “Olan oldu, olacak da oldu” diyen de muhtemelen aynı manayı ifade etmekteydi. Madem her şey kesinleşti ve olacak da oldu ise insanın iradesi nerededir? Bize ulaşacak zarar hususunda içimizi ferahlatan bu sözler ulaşacak menfaatin de sınırlı olduğunu ifade ediyorsa çalışmamız ve gayretimiz niyedir?
Kader sırrı muhtemelen “kadar” kelimesinde saklıdır. İnsanı ölümden eceli nasıl korursa, insanın da kendisine ne kadar verilmişse ona ulaşacağına dair garantisi kaderidir. Kader ölçülüp biçilip verilen ise bizler yırtınıp paralansak da takdir edilen miktar, zaman ve zeminin dışına çıkamayız. Hayatı sona ermiş bir insan için aldığı nefes, görüştüğü insan, okuduğu kitap, yediği yemek, içtiği suyun miktarı gibi belli nicelikleri tüketerek gittiğini anlamak ve anlatmak kolaydır. Hayat süren bizler de aslında kendimize takdir edilmiş bu niceliklerin sınırlarına doğru yol almıyor muyuz? Alıp vereceğimiz nefes, görüp tanıyacağımız insan, okuyup bitireceğimiz kitap sayısı bellidir. Ne kadar yer ya da içersek içelim, tüketeceğimiz rızık tayin edilmiş kadardır. Bunu verenin hangi hesapla verdiğini bilmek bize düşmeyebilir ama verenin en hayırlı verici olduğunu bilmek en büyük tesellidir.
Hz. Ali radıyallahu anh’ın “Derin bir denizdir, dalma…” dediği kader konusunda bir diğer yardımcı kelime “kurgu” olabilir. Bize verilen bir potansiyel ya da Kur’ani ifadeyle vüsat olduğu gibi bir de içine konduğumuz bir kurgu bulunmaktadır. Bu kurgu tıpkı bir tiyatro ve sahnesi gibi belli bir dekor, mekân, zaman, roller ve akıştan oluşur. Kim ne zaman hangi rolü oynayacak, bunu bir tayin eden vardır. Verilen rol, içine konduğumuz kurgu, oyunun sınırları, mekân ve muhatap olduklarımız, dahası oyunun süresi hep kader sırrı ile mukayyettir. Rolümüzü ne kadar güzel oynadığımız potansiyelimizi gerçekleştirmek iken, rolümüzü nasıl oynarsak oynayalım oyunun, sahneye koyanın iradesine göre neticelenmesi kaderimize ilişkindir. Bize sorulacak olan potansiyelimizi, oyun nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın doğru ve güzel bir istikamette gerçekleştirmekten ibarettir.
Ortadaki kurgu üç-beş kişiden müteşekkil, etrafımızdaki dekor ile sınırlı, kendi basit hikâyemize dayalı bir senaryo olsaydı işimiz belki kolaydı. Kimin ne rolü olduğunu, oyunun akışından çözdüğümüz gibi sonuna dair tahminlerde de bulunabilirdik. Ama kimin hikâyesi basittir ki? Kaldı ki ortadaki oyun dünya üzerindeki insan sayısı kadar başrol oyuncusu olan, dahası bu oyuncuların soyları, sopları ve nesilleri ile de irtibatlı muhteşem ötesi bir algoritmadır. Bu kadar farklı oyunun, aktörün ve iradenin birbiri ile kesişmesi, buluşması ve ayrışması ile ortaya çıkan manzara karşısında bize düşen sadece hayrettir, çünkü Ziya Paşa’nın dediği gibi “İdrak-ı meâlî bu küçük akla gerekmez/Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez.”
Kaderi yazan kalem durmuş, sahife kurumuş, hüküm kesinleşmişse bize düşen rolümüzü anlamak, kurguyu okumak ve içine salındığımız muhteşem ve muazzam ötesi algoritmayı fark etmektir. Çözelim ya da sırrına erelim diye değil -ki bu zaten mümkün değildir, bize ölçülmüş, biçilmiş niceliklerin içerisinde gönderen Rabbimizi her iş ve hususta gözetelim, O’nun takdirinin hakkımızdaki en hayırlı ve uygun algoritma olduğuna dair güzel zannı hiç bırakmayalım ve hayata hep buradan bakalım diye…